Peygamber Efendimize Salavat Getirmek

3
1356

Peygamber Efendimize Salavat Getirmek

Peygamber Efendimize (s.a.v) salavat getirmenin faziletlerini saymakla bitiremeyiz.Bolca salavat çekmek insanın dünyada ve ahirette derecesini yükseltir.

Peygamber Efendimize ne kadar salavat getirirsek mahşer gününde o kadar Müslüman kardeşimize şefaatlik yapabilecek. Bu yüzden salavat getirerek kaç kişiyi kurtarmaya vesile olacağımız bize bağlı. İslamiyette her şeyde olduğu gibi salavat getirmek de bizim yararımızı gözeten bir durum.

Peygamber Efendimize salavat getirmenin faziletlerine şöyle bir göz atalım. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:

– Cuma günü ve geceleri üzerime (100) defa salavat getirenin Allah Teala (c.c) otuzu dünyaya, yetmişi ahirete ait olmak üzere yüz hacetini kabul eder.

– Cuma günü üzerime (100) defa salavat-i serife getiren kimse kıyamette öyle bir nur ile gelecek ki, eğer o nur bütün mahşer ehline taksim edilse hepsine yeterdi.

– Cuma günü üzerime (80) kere salavat getirenin seksen senelik günahı affolunur.

– Üzerime bir günde (1000) defa salavat getiren kimseye cennetteki makamı gösterilmedikçe ölmez.

– Allah Teala(C.C), perşembe günü ikindi vakti, melekleri salavat-i şerife getirenlerin ismini yazmak için yeryüzüne gönderir. Cuma günü ve gecesi salavat getirmeyi ihmal etmemelidir.

– Bana en yakın olanlar, üzerime en çok salavat getirenler olacaktır.

– Üzerime salavat getirirseniz Allah da (c.c) sizin üzerinize salavat getirir.

– Bana salavat getirin. Nerede olursanız olun salavatınız bana ulaşır.

– Allah Teala (C.C) buyurdu: “Bir defa salavat getirene Ben ve meleklerim on defa salavat getiririz.”

– Sırat üzerinde kalmış, hurma yaprağı gibi tir tir titreyen bir adam gördüm .O anda üzerime getirdiği salavat-i şerife gelip o durumdan onu kurtardı.

Dua ile sema arasında bir engel vardır. Üzerime salavat getirilince engel açılır, dua yerine ulaşır.

– Sünnetimi ihya eden, üzerime salavat getiren, darda kalanlara yardımda bulunanlar kıyamet gününde arşın gölgesinde olacaklardır.

– Üzerime salavat getirilmeden yapılan hiçbir dua kabul olunmaz.

– Dün gece acayip bir şey gördüm. Adamın biri Sırat üzerinde düşüp kalkıyordu. O anda üzerime getirdiği salavat geldi. Elinden tuttuğu gibi Sırat’tan geçirdi.

– Meclislerinizi salavat ile süsleyiniz.,

– Kıyamet günü büyük ecir almak isteyen, üzerime salavat getirsin.

– Karşılaşan iki mümin salavat getirerek musafaha ederlerse, geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır.

– Üzerime (100) defa salavat getirene, Allâh (c.c.) bin defa rahmet nazarı ile bakar. İştiyakla daha fazla getiren için kıyamet gününde şefaat ve şahitlik ederim.

– Ömrünü boş yere heba eden kisinin kaybettiği zamanı telafi etmesi için salavat-i şerife ile meşgul olmalıdır. Eğer bütün Ömrünü ibadetle geçirmiş olsan sonra bir defa salavat-i şerife getirsen, getirdiğin salavat bütün ibadetlerinden daha ağır gelirdi. Çünkü sen kendi gücün nispetinde salavat getirmektesin.

Salavat-ı Şerif Çeşitleri

*Allahümme Salli Alâ Seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammedin vesellim.

*Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammed.

*Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed.

*Salâten tüncînâ bihâ min cemîil ehvâli vel âfât ve takdîlenâ bihâ cemîal hâcât ve tutahhirunâ bihâ min cemîi zünûbisseyyiât ve terfeunâ bihâ (ındeke) e’alet derecât ve tübelliğunâ bihâ aksal ğayât, min cemîil hayrâti fil hayâti ve be’adel memât.

*Allâhümme salli alâ Muhammedin abdike ve resûlike ve alel mü’minîne vel mü’minât vel müslimîne vel müslimât.

*Bismillâhirrahmânirrahîm, “İnnallâhe ve melâiketehû yüsallûne alennebiyyi; Yâ eyyühellezîne âmenû, sallû aleyhi ve sellimû teslîme.”

*Sallallâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve cezâhü annâ mâ hüve ehlühû.

*Allâhümmec’al salavâtike ve berekâtike ve rahmetike ve re’fetike ve mehabbetike alâ seyyidil mürselîne ve imâmil müttekîn ve kâidil ğurril muhaccelîn ve hâteminnebiyyin seyyidinâ Muhammedin abdike ve resûlike ve nebiyyike imâmilhayri ve kâidilhayri ve resûlirrahmeti.

Allâhümmebashü makâmen Mahmûdan yağbituhû bihil evvelûne vel âhirûne.

Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd.

*Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihî ve evlâdihî ve ezvâcihî ve zürriyyetihî ve ehli beytihî ve ashârihi ve eşyâihî ve muhibbîhi ve ümmetihî ve aleynâ meahüm ecmaîn.

 

Hafız Yetiştiriyorum

3 YORUMLAR

  1. Salâvat, Salâvat-ı Şerife, Salât u Selam, Peygambere Salâvat Getirmenin Önemi, Faziletleri
    Bu dünyadaki bütün Müslümanlar doğal olarak peygamberimiz (s.a.s) ile görüşmek, konuşmak isterler. Hatta onun yaşadığı devirde de hayatlarını birlikte yaşamak gönüllerinden geçebilir. İşte salâvat bu işlevi bir dereceye kadar karşılamak için vardır. Kim peygambere (s.a.s) salâvat getirirse onunla iletişime geçmiş olur. Zira peygamberimiz (s.a.s) hadis-i şeriflerinde, salâvatları kendisine getirmekle görevli meleklerin bulunduğunu, ümmetinin her bir ferdinin salâvatını alıp ona karşılık verdiğini belirtmektedir.

    Salâvatın binlerce değişik çeşidi vardır. Bunların her birinin faziletleri farklıdır. Ortak olan noktaları peygambere ‘dua’ ve ‘selam’ temennilerinde bulunmaktır. Nitekim salâvatlarda Arapça değişik çekimlerde bulunan salât ‘dua’, selam ise ‘esenlik’ demektir.

    Dua, ibadetin özüdür. Gayesidir. İbadette insan riyaya düşebilir. Bu taktirde, Allah göstermesin, yapılan ibadetler insanın aleyhinde olur. Ama kabul gören bir dua dünya ve ahret hayırlarına vesile olur. Onun için bir dua çeşidi olan salâvatların önemi çok büyüktür.

    Peygamberimize dua ve esenlik temennisinde bulunmak ne demektir? Peygamberimizin (s.a.s) buna ihtiyacı var mıdır? Peygamberimize (s.a.s) yüce Allah (c.c.) Makam-ı Mahmud’u vaat etmiştir (bk. İsra suresi, 9). Allah (c.c.), sözünde durur. Caymaz. Ondan öte bir makam ve derece de bulunmamaktadır. Bu nedenle peygamberimizin (s.a.s), ümmetinin duasına ihtiyacı yoktur. Zaten bir kişi bu düşünce ile salâvat getiriyorsa, yani ben getirdiğim bu salâvatlarla peygamberin manevi yükselmesini sağlıyorum, ona makam ve derece kazandırıyorum, diye aklından geçiriyorsa yanlış bir itikat içerisindedir. Büyük bir edepsizlikte bulunmaktadır. Bunu İmam-ı Rabbani (k.s.) Mektubat’ında da bu şekilde açıklamaktadır. Peygambere (s.a.s) karşı bu büyük edepsizlik mutlaka bir gün itikatta yanlış yollara sapmayı doğuracaktır. Kişi kendisini peygamberden üstün görürse, ki kalbinde bu duygu bir an geçse bile, Allah göstermesin, imanında büyük yıkımlar yaşayabilir. Dinin temelinde peygambere iman, özellikle peygambere karşı edep önemli bir rükündür. Hucurat suresi bunun üzerine inmiş, müminleri bu konuda değişik hususlarda uyarmıştır.

    Salâvatta görünüşte peygamberimize (s.a.s) dua ve selam temennilerinde bulunulur, hakikatte ise peygamberimizin dua ve selam temennileri salâvat getirenin üzerine gelir. Yani peygamberimiz (s.a.s) salâvata muhtaç değildir ama bizler onun dua ve selamlarına çok muhtacızdır. Çünkü peygamberimize (s.a.s) salâvatı Allah ve melekleri yapmaktadır. Biz salâvatı Allah’ın (c.c.) emri olduğu, peygamberimizin (s.a.s) hadis-i şeriflerde çokça tavsiye ettiği ve bizzat salâvatın bizim yararımıza olduğu için getirmek isteriz.

    Salâvat ile bir Müslüman’a şu itikat kazandırılmaya çalışılır: Hz. İsa (a.s) taraftarları zamanla onu ilahlaştırdılar. Allah’ın oğlu olarak yücelttiler. Hâlbuki o ancak Allah’ın bir kulu ve peygamberiydi. Bu tehlike bütün peygamberler için de söz konusu olabilirdi. Yüce Allah (c.c.), insanların peygambere imanda sağlam bir itikada sahip olmaları için peygambere salâvat getirmeyi emretmiştir: ‘Şüphesiz Allah ve melekleri peygambere salât ediyorlar. Ey iman edenler, sizler de ona salât ve selam edin! (Ahzab suresi, 56)’

    Bir insanın hayatında en az bir kere peygambere salât getirmesi bu farzı yerine getirmesini sağlayacaktır. Tabii bir Müslüman’a yakışan edep ölçüsü onun adının geçtiği her yerde ve zamanda salâvat getirmektir. Peygamberimizin adının geçtiği halde ona salâvat getirmeyenleri hadisi şerifler çeşitli şekillerde uyarmıştır. Hadis-i şeriflerde bu gibi kişilerin ‘burunlarının sürtüneceği’ belirtilmiştir. Ayrıca bu tür kişiler ‘insanların en cimrisi’ diye de vasıflandırılmıştır.

    Peygamberimizin (s.a.s) dua ve selam temennilerine şefaat de denir. Yani şefaatin aslı ve hakikati dua ve selam temennisidir. Sanıldığı gibi şefaat sadece ahret ve günahkârlar için geçerli değildir. Peygamberimiz (s.a.s) türbelerinde cennet bahçelerinden bir bahçe içerisinde bulunmaktadır. Ümmetinden kendisine salât u selam getiren her fertten gerçek manasıyla haberdar olmaktadır. Onlara dünya yaşamında karşı karşıya bulundukları sıkıntıların, problemlerin ortadan kalkması veya hafiflemesi için dua ve selam temennileri ile yüce Allah (c.c.) katında şefaatte bulunmaktadır. Ahrette günahkâr müminlerin Allah tarafından affedilmesi yanında diğer müminlerin Allah katında yüksek makamlara ulaşması, cennetteki derecelerinin artması da peygamberin (s.a.s) şefaati ile mümkün olmaktadır.

    Peygamberimizin (s.a.s) şefaatinin üzerimizde her daim bulunması için belli bir sayıdaki salâvatı her zaman virt edinmek akıl karıdır.

    Peygamberimiz (s.a.s) şu anda ahret hayatındaki yaşamı sırasında ümmetinden, ümmetinin fertlerinden uzak değildir. Levh-i mahfuz bir kitap gibi peygamberimizin (s.a.s) önünde durmaktadır. İstediği an kendisine salâvat getiren her bir kişinin geçmişteki, şimdiki, gelecekteki her şeyini bilmektedir. Bu nedenle salât ve selamla kendisiyle iletişimde bulunan her bir kişi ondan maddi ve manevi sıkıntıları, problemleri için dua almakta, Allah’ın izni ve yaratmasıyla büyük maddi ve manevi ikramlara nail olmaktadır. Bu pek çok hadis-i şerifle müjdelenen bir husustur.

    Ne zaman bir sıkıntıyla, problemle karşılaşsam hemen salâvat çekmeye başlarım. O sıkıntının veya problemin ortadan kalktığını veya hafiflediğini mutlaka müşahede ederim. Bunu kendi özel hayatımda binlerce kez tecrübe ettim. Peygamberimizin (s.a.s) çektiğim salâvatlarla bana dua ettiğini düşündüğüm için onunla bu zaman zarfında kalbi bir rabıta da kurmuş olurum. Bu durum peygambere imanımı daha yakinleştirdiği gibi onunla aramdaki ilişkiyi her geçen gün daha da güçlendirmektedir. Salâvat peygamberin (s.a.s) aramızda yaşayan samimi bir dost; her sıkıntımızda, problemimizde yardıma koşan bir büyüğümüz gibi kabul edilmesini sağlamaktadır.

    Salâvat öyle bir özellik taşımaktadır ki, ona hayran olmamak elde değildir. Şöyle ki: Salâvat şeklen peygambere dua cümlesi mahiyetindedir. Salâvatta duaya muhtaç bir kul olarak peygamber (s.a.s) konumlandırılmaktadır. Bu sayede peygamberin ilahlaştırılması önlenmektedir. Kendisinden önce peygamber olan Hz. İsa’nın başına gelen şeyden peygamberimiz bu sayede korunmaktadır. Salâvat manevi yönü ile yani hakikatte ise peygamberimizin salâvat getirene dua ve şefaatte bulunmasıdır ki, bu yönü ile gizlenmiştir. Kişinin peygambere imanına bırakılmıştır. Kişi inancı ve itikadı oranında getirdiği salâvatla manevi olarak destek gördüğünü düşünmektedir. Peygamber (s.a.s) salâvat getirene dua ve şefaatte bulunmakta, bu sayede yüce Allah da o kişiye yardım etmekte, içerisinde bulunduğu sıkıntıyı, problemi ya ortadan kaldırmakta ya da hafifletmektedir. Bu sayede salâvat ile bir insan hiçbir zaman peygamberini ilah konumuna yükseltememekte, fakat manevi olarak onunla olan bağını güçlendirmekte, Allah ile olan ilişkisinde peygambere (s.a.s) yakışan ve yaraşan konumu verebilmektedir. Kişi salâvat sayesinde yüce Allah’ın (c.c.) istediği ve razı olduğu bir şekilde peygamber inancını, peygambere imanı muhafaza edebilmektedir. Geliştirmektedir.

    Çağımızda Vahhabilik, Selefilik gibi mezhebi akımların etkisi ile salâvatın manevi, yani hakiki yönü pek dikkate alınmamaktadır. Yok sayılmaktadır. Peygamberi ilahlaştırmamak için böyle bir gayretin içerisinde bulunulmuştur. O zaman da salâvatın bir anlamı olmamaktadır. İnsanlar salâvat getirmekten uzaklaşmaktadırlar. Salâvatın önemi ve faziletlerinden habersiz olmaktadırlar. Peygamber tıpkı her insan gibi ölümle aramızdan ayrılmış ve bu dünya ile insanlarla ilişkisi olmayan biri konumuna getirilmiş bulunmaktadır. Hâlbuki binlerce evliya şahittir ki, peygamberimiz ölümünden sonra da diridir. Ümmetinin içerisindedir. Bu dünyadaki insanların diriliğindeki dirilikten daha üstün bir dirilikle diri olarak türbesinde cennet bahçelerinden bir bahçe içerisinde yaşamaktadır. Ümmetinden her bir fertle de yakından ilgilidirler, ilgilenmektedirler. Salâvat getiren her kişinin salâvatını almakta ve ona salâvatta ve şefaatte bulunmaktadır. Zaten bu durum onlarca hadis-i şerifle de doğrulanmaktadır. Ehl-i sünnet inancı da bu düşünceyi, inancı gerektirmektedir.

    Peygamberimize (s.a.s) imanı sadece ‘tarihi bir şahsiyete iman’ olarak algılamak doğru değildir. O taktirde bu iman çok sığ olur. Derinlikten, anlamdan yoksun kalır. Her an ufak bir şüphe ile toza ve dumana karışabilir. Onun ruhaniyetinin aramızda olduğuna inanmak, özellikle salâvat getirdiğimizde onun bunu aldığını ve buna karşılık verdiğini kabul etmek peygambere imanın yakinleşmesini ve derinleşmesini sağlar. Bu iman ve itikat sayesinde onu rüyada görmek mümkün olur.

    Ölen insanların ruhları Berzah âlemine intikal eder. Genellikle onların bu dünya ile bir ilgileri olmaz. Ama peygamberlerin ve velilerin ruhları böyle değildir. Onlar ölseler bile istedikleri anda istedikleri yerde ruhları ile bulunabilirler. Bu yüce Allah’ın (c.c.) onlara ve bizlere verdiği bir nimettir, rahmettir. İsimleri hürmetle anıldıkları anda o yerde hazır ve nazır olurlar. Nakşibendiyye tarikatında hatme-i haceganda zikirden sonra sadat-ı kiramın isim ve unvanlarının uzun uzun anılıp dua buyrulmasının bir nedeni de onların ruhaniyetlerinin zikir meclisine teşrif etmelerini sağlamak, bu sayede himmetlerini almaktır.

    Tabii burada yeri gelmişken şunu belirtelim ki, ruh çağırma seanslarına gelenler cinlerdir, genellikle onların en azgınları bulunan şeytanlardır. Bu, başka bir konudur. Medyumlar ruhlarla ilişki kuracak kabiliyette değildirler. Onlar ancak cinlerle konuşabilirler. İlahi nurları müşahede edecek seviyeye ulaşmadan peygamberlerin ve velilerin ruhlarını görmek, onlarla görüşmek kimseye müyesser olmaz.

    Ruh, Allah’tan ilahi bir nefhadır. Rüyada peygamberi gördüğünde onu tanır. Kim olduğunu bilir. Eğer gördüğü kişi hakkında peygamber mi, değil mi diye bir kuşku duyulsa, o zaman o görülen kişi peygamber varisi bir velidir. Onun için peygamberimiz (s.a.s) şöyle ifade buyurmuşlardır: ‘Rüyada beni gören beni görmüştür. Zira şeytan benim suretime giremez.’

    Çoğu kişi ömürlerinde bir defa da olsa peygamberimizi rüyalarında görmek isterler. Bunun yolu da ona çokça salâvat getirmekle olur. Çokça salâvat kişinin ruhunu peygamberimizin (s.a.s) ruhaniyetiyle karşı karşıya getirir. Onu bir gün de olsa rüyada görme saadetini sağlayabilir. Peygamberi rüyalarında çokça görenlerin ortak vasıfları ona çokça salâvat getirmeleri ve ehl-i beytine, hususiyle peygamberimizin soyundan gelen dini açıdan doğru ve güzel insanlara, peygamber yolunda yürüyen kişilere, yani sadat-ı kiramlara hürmet etmeleridir.

    Salâvat ruha bir rahmet duygusu tattırır. Bir müddet salâvat getirdikten sonra ruhun rahatladığını, yakıcı bir susuzluktan sonra suya kanan bir insanın yaşadığı serinlik hali gibi bir duyguyu yaşattığını herkes tadabilir.

    Salâvat getirme dünya ve ahret hayatında üzerimizde bulunan sıkıntıların ve problemlerin ortadan kalkmasını veya hafiflemesini sağlarken günahlarımızın affedilmesini ve peygamberimizin (s.a.s) şefaatlerinin üzerimizde bulunmasını da gerçekleştirir. Bunlar hadis-i şeriflerde belirtilen hususlardır. Hiçbir kimse ameli ile cennete giremez. Herkes ancak Allah’ın rahmeti ile kurtuluşa erebilecektir. Bunun için her insan peygamberin (s.a.s) şefaatine muhtaçtır. Çünkü Allah’ın (c.c.) rahmeti, peygamberin duası ve şefaati ile iner.

    Yüce Allah (c.c.) peygamberimizi övme sadetinde onu kendi güzel isimleri ile tavsif buyurmuşlardır: ‘And olsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli (rauf), ve merhametlidir (rahim). (Tövbe suresi, 128)’

    Ne zaman mevlit törenlerinde bulunsam peygamberimizin (s.a.s) ruhaniyetinin de mutlaka oraya geldiğine sadat-ı kiramın himmetiyle şahit olmuşumdur. Öyle ki peygamber adına düzenlenen konferanslarda, törenlerde de bu keşif bana hep ayan olmuştur. Şimdi şöyle düşünmekteyim ki, böyle ilgili törenlere bizzat peygamberimiz (s.a.s) ev sahipliği yapmakta, gelenlere de manevi hediyeler vermektedir. Müminlere sarılmakta, onlarla musafaha etmektedir. Peygamberimiz (s.a.s), adına düzenlenen hiçbir törenden habersiz olmamaktadır. Ruhaniyetiyle ve dostlarının da ruhaniyetleriyle bizzat oraya teşrif etmekte ve orayı şenlendirmektedir.

    Salâvatın anlamını, önemini şu hadis-i şerif bana ziyadesiyle hissettirmiş ve düşündürmüştür: Bir sahabi peygamberimize (s.a.s) gelerek, ya Rasulallah ben sana çok salâvat getiriyorum. Acaba bunu ne kadar yapmam gerekir, dedi. Peygamberimiz (s.a.s) dilediğin kadar yap, buyurdular. O zaman sahabi dualarımın dörtte birini sana salâvata ayırsam uygun olur mu, dedi. Peygamberimiz (s.a.s) dilediğin kadarını ayır. Ama daha fazla yaparsan senin için hayırlı olur, buyurdu. Sahabe o halde üçte ikisi yeter mi, dedi. Peygamberimiz (s.a.s) yine aynı karşılığı verdi. Bunun üzerine sahabe dualarına ayırdığı bütün zamanı salâvat getirmeye ayıracağını söyledi. Peygamberimiz (s.a.s) o zaman o sahabeye şöyle buyurdular: Böyle yaparsan Allah bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını bağışlar.

    İnsan dualarında farkına varmadan şer de isteyebilir. Nefis cihetiyle Allah’tan zenginlik isteyen pek çok Müslüman vardır. Hâlbuki zenginlik, içerisinde büyük fitnelerin olduğu bir dünya nimetidir. Her insan için hayırlı olmaz. Örneğin zekâtla imtihanda herkes başarılı olamayabilir. Yüce Allah (c.c.) engin rahmetiyle çoğu Müslümanlara bu türden fitne kapılarını açmamaktadır. Dünya yaşamında bizim için neyin hayırlı neyin hayırsız olduğunu bilememekteyiz. Salâvatla peygamberimizin (s.a.s) dualarını üzerimize düşürdüğümüzde bilerek veya bilmeyerek bizim için hayırlı olan şeylere dua etmiş oluruz. Hususiyle dualarda Allah’a hamd u sena ettikten sonra salâvatlara daha bir önem verirsek kurtuluşa, dünya ve ahret hayatında mutluluğa erebiliriz.

    Yüce Allah (c.c.), bizlere peygamberimize (s.a.s) salâvat getirme nimetini nasip eylesin. Peygamberimizin dualarını ve şefaatlerini her daim üzerimizde bulundursun. Âmin.
    Muhsin İyi

  2. Peygamberimizin (S.A.S) Mucizeleri, Üstün Kişiliği, Seçkin Şahsiyeti
    Peygamberimizin (s.a.s) pek çok mucizesi bulunmaktadır. Bunların binlercesi ilgili kitaplarda, genellikle hadis ve siyer kitaplarında söz konusu edilir: Eliyle ayı ikiye bölmesi, ölen çocukları diriltmesi, ağaçların kökleriyle birlikte yanlarına gelip peygamberliğini onaylaması, bir sıkıntılı günde elinden su akıtıp bütün bir orduya su içirmesi, az bir sütün ve yemeğin bereketlenip çoğalarak büyük bir kalabalığa yetmesi, elindeki çakıl taşlarının kelime-i tevhit zikrini getirmesi ve peygamberliğini onaylaması v.b.

    Bu tür mucizelere tanık olanlar, Müslüman değillerse Müslüman oldular. Müslümanlarsa iman dereceleri arttı. Bazıları için bu mucizelerin hiçbir anlamı olmadı. Onlar, bunları birer sihir olarak kabul edip peygamberimizi (s.a.s) büyücülükle itham ettiler. Ona inanmadılar.

    Peygamberimizin (s.a.s) mucizelerini kitaplardan okuyan bugünkü çağdaş insanın tepkisi nasıl olmaktadır? Elbette bu mucizeler, Müslümanların iman derecesini eskiden olduğu gibi yine artırmaktadır. Müslüman olmayanları ise pek hidayete getirmemektedir. Çünkü mucizeler kendi gözleri önünde cereyan etmemiştir. Sahabeler kanalıyla anlatılmaktadır. Her ne kadar aynı mucize birden fazla güvenilir sahabe tarafından dile getirilip farklı yollarla rivayet edilse de yani hadis hem sahih hem de mütevatir olsa da bu tür kişileri yine etkileyememektedir. Onlar, bunların yalan ve gerçek dışı olduğunu söyleyebilmektedirler.

    Bir tarihi belge bu tür niteliklere sahip olsa, acaba peygambere karşı inkârcı bir tavır sergileyenlerin tepkileri nasıl olacaktır? Yani belge birden fazla güvenilir kişinin tanıklığına sahip olsa yine de buna güvenmeyecekler mi? O zaman böyle bir belge, bu tür insanların aklına bu insanlar bir yalanı aynı sözlerle müdafaa etmek için biraya gelmişler diye bir kuşku mu getirecektir? Peki, bir mahkemede güvenilir kişiler olayı aynı veya benzer ifadelerle anlatırsa yine bu tür kişiler buna kuşku ile bakabilirler mi? Tarih ilmi ve mahkeme heyeti bu tür tanık ve belgelere değer verip onlara dayanarak hüküm vermektedirler. Gerek tarih bir bilim olarak gerekse mahkeme kararları sosyal ve hukuki bir olgu olarak güvenirliğini ve doğruluğunu bu sayede korumaktadırlar. Birden fazla tanık ve belge, güvenirliği ve doğruluğu artırmaktadır. Akıl ve sağduyu birden fazla tanık ve belgeye sahip bir tarihi hükmü ve mahkeme kararını aksi ispatlanmadığı müddetçe doğru ve güvenilir kabul eder.

    Bir Müslüman’ın durup durduğu yerde yalan konuşmayacağı apaçıktır. Ortada onu yalan konuşmaya zorlayan bir şey olmadığı zaman bir Müslüman’ın yalan söylediğini farz etmek büyük bir suizandır, günahtır. Müslümanların yalanı müdafaa için biraya gelmeleri, görmedikleri bir şeyi aynı ifadelerle anlatıp bunları gözümüzle gördük, bunlara tanık olduk demeleri ise asla mümkün değildir. Çünkü yalan söylemek büyük bir günahtır. Müslümanların böyle bir amaçla biraya gelmeleri ise katmerli bir günahtır. Ayrıca böyle bir şeyin İslam tarihi boyunca misli benzeri de görülmemiştir. Her şeyden önce böyle bir şey İslam ahlakına aykırıdır. Bunu belki bir kişi, yani bir münafık çok zorlanarak yapabilir ama Müslümanlığı ve güvenirliği bilinen iki ve daha ziyade kişinin böyle bir yola birlikte başvurmaları mümkün değildir.

    Tabii yine de peygambere (s.a.s) kuşku ile bakan bir kişiye siyer veya hadis kitaplarında ifade edilen mucizeler bir anlam ifade etmeyebilir. Onlara bunlar yalan sözler gibi tesir edebilir. Eski inkârcılar, yani peygamberin mucizelerine bizzat tanık olanlar, bunları sihir olarak değerlendirirken yenileri ise bunlara Müslümanların, dolayısıyla sahabelerin yalan sözleri olarak bakabilirler.

    Bizim dikkatimizi çeken husus, peygamberleri ve kutsal kitapları inkâr eden kişiler değil de Kuran-ı Kerim’e inandığını söyleyip de peygamberimizin (s.a.s) hadis-i şeriflerini inkâr eden veya hafife alan kişilerdir. Bunlar genellikle hak mezheplere de dil uzatmaktadırlar. Ben bunların peygamberimizin (s.a.s) mucizelerine de inandıklarını sanmıyorum. Peygamberimiz (s.a.s) devrinde yaşasalardı, bunlara sihir diyeceklerini düşünüyorum.

    Hâlbuki bu tür hem sahih hem de mütevatir niteliklere sahip hadisleri inkâr etmek, Kuran-ı Kerim’i inkâr etmekle eşanlamlıdır. Nitekim ehl-i sünnet alimleri bu görüştedir. Zira Kuran-ı Kerim de bu yolla yani güvenilir sahabelerin sözlü ifadeleriyle ve yazılı belgeleriyle sonradan, yani peygamberimizin (s.a.s) ölümünden sonra Hz. Ebubekir (r.a.) döneminde, yazıya geçirilmiştir. Daha doğrusu kitap haline getirilmiştir. Kaderin garip bir cilvesi ve hikmetidir ki, kitaba iman sahabelerin güvenirliği ile tescillenmiştir. Allah (c.c.), indirdiği kitaba imanı sahabelerin tanıklığını da koymuştur. Hiçbir şey tesadüf değildir. Her şeyin altında mutlaka bir hikmet vardır. Bu durum da bir gerçeği bizlere ders olarak vermekte, tevatürlü nitelikteki hadislerin önemini düşündürmektedir. Bana yalnız Kuran-ı Kerim yeter, hiçbir hadis-i şerifin doğruluğuna inanmıyorum, onlarla amel etmeyeceğim, mezhepleri tanımıyorum diyenlerin aslında Kuran-ı Kerim’e de inanmadıklarını, daha doğrusu bu düşünce yoluyla asla inanamayacakları ortaya çıkmaktadır.

    Yüce Allah (c.c.) sahabelere ne büyük bir derece vermiş?.. Kim sahabelerin bütününe kuşku ile bakarsa iman onlardan alınmaktadır. Zira bu tür kişilerin kitaba imanı sağlam bir temele dayanamamaktadır. Allah (c.c.), bizleri bu tür şeylerden muhafaza buyursun. Âmin.

    Bugün çağdaş insan için peygamberin doğruluğuna, ispatına delil olan şeyler farklılaşmıştır. Eski zamanlarda doğaüstü nitelikteki olaylar, yani mucizeler insanları imana getiriyordu. Bugün kıymet hükümleri değişmiştir. Çağdaş insan en çok kişiliğe değer vermektedir. Bir insanın üstünlüğünü, büyüklüğünü kişiliğinde gördüğü faziletlere göre değerlendirmektedir.

    Ben şahsen peygamberimiz (s.a.s) ile ilgili anlatılan şu hadiseye mucizelerden daha çok değer vermekteyim. Çünkü burada peygamberimizin (s.a.s) üstün kişiliği konu alınmaktadır: Hz. Enes Bin Malik (r.a) peygamberimizin hizmetine küçük yaşlarda, takriben on yaşlarında iken annesi tarafından verilmiştir. O, şöyle diyor: ‘ Ben peygamberimize (s.a.s) on yıl hizmet ettim. Peygamberimiz (s.a.s) bir kere de olsa yaptığım bir işe bu işi niçin böyle yaptın veya yapmadığım bir iş için de niçin yapmadın demedi.’

    Düşünün, kendi çocuklarımıza bile günde kaç kere kızıyoruz, öfkeleniyoruz. Dahası bazılarımız hakaret edip dayak bile atıyorlar.

    Bir küçük çocuğun kuşkusuz her gün pek çok hataları, kusurları olur. Kaldı ki Hz. Enes (r.a) peygamberimize on yaşından itibaren (s.a.s) on yıl hizmet ettiğine göre bu çocukluk çağı gençlik dönemine kadar uzanmaktadır. Bu uzun süreç boyunca elbette binlerce hata, kusur söz konu olmuştur. Peygamberimizin de bunlara kızmaması, öfkelenmemesi mümkün değildir. Çünkü o da bizim gibi bir insandır. Kim bilir belki de şu hadis-i şerifi böyle Hz. Enes’in yaptığı bir hata veya kusur söz konusu olunca söylenmişti: ‘Hz. Peygamber (s.a.s) bir gün etrafındaki sahabelere ‘Size göre pehlivan kimdir?’ diye sordu. Sahabeler, ‘Pehlivan sırtı yere gelmeyendir.’ dediler. Peygamberimiz, ‘Hayır, gerçek pehlivan kızdığı anda kendisine hâkim olan kimsedir.’ buyurdular.

    Elbette peygamberimizin (s.a.s) hizmetinde olan bir çocuğa veya gence hataları ve kusurları olduğunda kızmaması, öfkelenmemesi mümkün değildi. Çünkü peygamberimizin de bizler gibi beşeri bir yönü bulunmaktadır. Ama o bu öfkesini tıpkı yukarıdaki hadis-i şerifte ifade edildiği üzere yeniyordu. Onu kendisiyle güreşen bir rakip olarak görüyor ve alt ediyordu. Dışarıya çıkarmıyordu.

    Bu öfke ve kızgınlıktan dışarıya hiçbir şey sızmıyor muydu? Örneğin çehresinde bir kırmızılık, gözlerinde ve bakışlarında bir sertlik sezilmiyor muydu? Peygamberimizin öfkeli halini bu şekilde, yani vücut dilinde ortaya çıktığını ifade eden pek çok hadis-i şerif vardır. Elbette bunlar insanın elinde olmadan meydana gelen şeylerdir. Bunların karşı tarafa zarar veren bir yanları da yoktur. Bilakis faydalıdırlar. Hz. Enes (r.a) peygamberimizin öfkesini böyle vücut dilinde algıladığı için bana bir kez olsun ‘açıktan kızmadı’ diye anlatmak istemektedir.

    İşte insan ilişkilerinde aslında çok zararlı ve yıkıcı etkisi olan öfke ve kızgınlık, böyle iç dünyada hazmedildiği, dışarıya vurulmadığı zaman karşı tarafa daha etkili bir mesaja dönüşebilmektedir. Öfke ve kızgınlıkla verilen mesajlar genellikle yerini bulmaz. Karşı taraftaki kişi veya kişilerde olumsuz anlamlara dönüşebilir. İlişkileri ve iletişimi baltalayabilir. Ruhsal dünyada yıkıcı ve tahrip edici etkilerde bulunabilir. Ama öfke ve kızgınlık iç dünyada hazmedilip yüzdeki ifadelerle, gözdeki ve bakıştaki anlamlarla kendisini gösterdiğinde çok manidar etkilerde bulunur. İnsani ölçülere ulaşır. Gerekli mesajları insanlara ulaştırır. Yapıcı ve üretken bir özelliğe sahip olur. Kimsenin de kalbini kırmaz.

    Peygamberimiz (s.a.s) nefsine çok hâkimdi. Nefisle savaşı ‘büyük cihat’ diye adlandırmıştı. Onun yakın çevresindeki ve hizmetine bakan kişilere kızgınlığını ve öfkesini hiç göstermemesi büyük bir fazilet olarak dikkati çekmektedir. Bu, hiçbir insanın ulaşamayacağı yüce bir ahlaktır.

    Peygamberimizin (s.a.s) bu yüce ahlakına işaret eden bir başka olay, önce kölesi, sonra evlatlığı olan Hz. Zeyd (r.a) ile ilgilidir. Hz. Zeyd (r.a) küçükken köle olması için ailesinden kaçırılıp satılan birisidir. Onu önce peygamberimizin eşi Hz. Hatice (r.aha) satın aldı ve peygamberimize (s.a.s) hediye etti. Peygamberimiz (s.a.s) yüce ahlakı ile Hz. Zeyd’i adeta büyülemişti. Daha sonraları Hz. Zeyd’i araştırmakta olan anne ve babası onu buldular. Peygamberimizden onu geri satın almak istediler. Peygamberimiz (s.a.s) Zeyd’i kendi yanında kalmak ile ailesine gitmek yönünde serbest bıraktı. Zeyd hür iradesiyle peygamberimizi (s.a.s) seçti. Bir çocuğun ailesi yerine bir yabancıyı tercih etmesinin elbette düşündürücü nedenleri vardır. Bunda şüphesiz en büyük rol, peygamberimizin (s.a.s) Hz. Zeyd’i (r.a) büyüleyen yüce ahlakıdır. Belki de ona hiç öfkelenmemesi ve kızmaması Hz. Zeyd’i (r.a) peygamberimize (s.a.s) manevi bir bağla bağlamıştı.

    Peygamberimizin (s.a.s) öfkesini ve kızgınlığını yenmesi faziletlerinden sadece birisidir, yani deryada damla misali biz yalnız onu seçtik. Bu küçük yazıda ise sadece onun üzerinde kısaca durabildik.

    Sahabelerin imana gelmeleri genellikle iki kaynaktan oluyordu. Bir kısmı Kuran-ı Kerim’deki sure ve ayetlerin büyüsüne kapılıp hak yola geliyordu. Örneğin Hz. Ömer (r.a) bu kesime girer. O kızgınlık ve öfke ile peygamberimizi (s.a.s) katletmek üzere evinden çıktıktan sonra kız kardeşinin evinde okunan Kuran-ı Kerim ayetleri ile sakinleşip hidayet bulmuştu. Sahabelerin diğer büyük bölümü ise peygamberimizi (s.a.s) görünce hidayete geliyorlardı. Onun nurlu siması herkesi büyülüyordu. Pek çok kişiyi imana getiriyordu. Onun yüce ahlakını tanıdıkça ve anladıkça bu imanları derinleşiyor, yakinleşiyordu.

    Bugün Kuran-ı Kerim ortadır. Mealleri ve tefsirleri ile yine pek çok kişinin hidayetine ve irşadına vesile olmaktadır.

    Peygamberimizin (s.a.s) maddi vücudu her beşer gibi ölmüştür. Ama manevi olarak yani ruhsal hayatları diridirler.

    Peygamberimizin (s.a.s) hidayet ve irşat vazifesini gerçek anlamda ondan sonra Rabbani âlimler yüklenmiştir. Bunlar sadece İslami bilgileri bilmezler. Aynı zamanda bildikleri ile amel eden kimselerdir. Bunlara mürşid-i kâmil de denir. Mürşid-i kâmiller nur sahibi olma yanında ruhları olgunlaşıp başka olgun ruhlardan, velilerin ve peygamberlerin ruhlarından feyz alan kişilerdir. Nefisleri Allah’ın (c.c.) ve peygamberin (s.a.s) ahlakıyla güzelleşmiştir. Bu bakımdan çok etkili tebliğ ve irşat vazifesinde bulunurlar.

    Onların tebliğ ve irşat vazifeleri genellikle sohbetlerle olmaz. Ruhları ile olur. Halleri ile yanlarına gelenleri etkilerler. Bakışları ile insanlara haller bağışlarlar. Bütün bunların nedeni peygambere (s.a.s) varis olmalarıdır. Onlar peygamberin (s.a.s) ilim ve ahlak yönü ile varisleridirler.

    İnsanlar, Kuran-ı Kerimi, onun mealini ve tefsirini okuma yolu ile ancak taklidi bir imana sahip olabilirler. Bu iman hadiselerle ve vesveselerle az çok zedelenebilir. Kuşkularla boğuşabilir. Ama mürşid-i kâmile bağlanma yolu ile tahkiki imana erişilebilir. Bu imanla kişi olgunlaştığında inanılan pek çok şeyin gerçekliğini kalp gözü ile bizzat görüp yaşayabilir. Örneğin Kuran-ı Kerim’in aslı nurdur. Bu yönü ile kalp gözüyle algılandığında ona iman tahkiki düzeye erer. Bunun gibi öldükten sonra insana ayan olacak pek çok şey, tasavvuf yolunda erişilen makam ve mertebelerle kalp gözü ile görülür hale gelir.

    Yüce Allah (c.c.) bizlere hidayet ve irşat nasip eylesin. Âmin.
    Muhsin İyi

  3. Mevlit Kandili, Mevlid Kandili, Niçin Nasıl, Kutlanmalı
    Peygamberimizin (s.a.s) kutlu doğumu 12 Rebiulevvel (20 Nisan) 571 tarihinde, pazartesi gününde gerçekleşmiş olup bu yıl miladi takvimle 12 0cak 2014 tarihi pazar gününe denk gelmektedir.

    Mevlid kandili peygamberimizden (s.a.s) asırlar sonra ortaya çıkmıştır. Bid’at-ı hasenedir. Yani güzel bir gelenektir. Dolayısıyla bu gecenin kutsallığı ayet ve hadislere doğrudan dayanmamaktadır. Mevlid kandili ümmetinin Hz. Peygamberine (s.a.s) olan hüsn-i niyetinden ortaya çıkmış ve güç almıştır. Devam etmektedir.

    Yüce Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de peygamberimizin (s.a.s) ömrüne yemin etmektedir: ‘Ömrüne and olsun ki, onlar sarhoşlukları içerisinde bocalayıp duruyorlardı (Hicr suresi, 72).’ Demek ki bu ömür kutsal bir temele dayanıyor. Onun dünyaya gelişi öyle sıradan bir hayatı yaşamak için değildir.

    Yüce Allah (c.c.) peygamberimizin (s.a.s) ömrüne yemin etmek suretiyle dikkatimizi onun hayatına çekmiş ve ona çok önem vermemiz gerektiğine işaret etmiştir.

    Kim peygamberimizi (s.a.s) yakından tanırsa ona bu dünya hayatından, ömründen büyük hikmetler verilir, yüce Allah’ın bu azim yemini ile ömür, hayat gibi konularda büyük hakikatlere ve marifetlere ulaşır. Çünkü peygamberimizin ömrü, hayatı Allah’ın üzerine yemin ettiği bir kutsallığa sahip olduğu için kişiye hidayet ve irşat vesilesi olduğu gibi büyük ve derin bir hikmet membası da olur.

    Bu dünyada ömrümüzü, hayatımızı nasıl yaşadığımızla imtihan edilmekteyiz. İnsanların çoğu ömrün ve hayatın anlamını bilmeden ölmektedirler ve bu imtihanı kaybetmektedirler. ‘Yüce Allah (c.c.) beni niçin yarattı, nasıl bir ömür ve hayat yaşamalıyım?’ sorusu çok kişiye nasip olmamaktadır. Bunda en temel neden, bu tür insanların peygamberimizin (s.a.s) hidayet, irşat ve şifa vesilesi olan hayatlarından habersiz oluşlarıdır.

    Peygamberimizin devrinde yaşayanlar, peygamberimizin ömür, hayat kitabını daha yakından okudular. Onun peygamberliğinden önce de faziletli bir hayata ve karaktere sahip olduklarını biliyorlardı. Kavmi ondaki üstün vasıfları gördüğü için ona emin (güvenilir) lakabını uygun görmüşlerdi. Peygamberimiz (s.a.s), hiçbir günaha bulaşmamış, örnek bir hayatı yaşamıştı. Gül gibi temiz ve hoş kokulu bir yaşamdı bu. Peygamber olunca onun bu İslamiyet’ten önceki yaşamı da peygamberliğine bir çeşit delil vazifesi görmüştür. Öyle ya atalarımızın da dediği gibi ‘Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur.’

    Peygamberimizin (s.a.s) devrinde yaşamayan, ondan sonra gelen ümmetinin fertleri sahabe gibi şanslı değillerdi. Çünkü onun ömrünün birkaç sahnesine de olsa gözleriyle tanık olamamışlardı. Ama bunlar sahabelerden bir noktada üstün bir imkâna sahiptiler. Zira peygamberimizin ömrü başlangıçtan son demine kadar kutsal bir kitapsa sahabelerin çoğu bu kitabı sonuna kadar okuyamadılar. Ömürleri buna yetmedi. Bizler şanlı peygamberimizin (s.a.s) ömür kitabını başından sonuna kadar okuyacak bir imkâna sahibiz. Bu da onun devrinde yaşamamış olmamıza bir teselli olabilir sanırım.

    Peygamberimizin hayatını samimi bir duyguyla tanıyan bir insan hemen onun hayatından etkilenir ve kendi hayatını sorgulamaya başlar. Onun hayatındaki davaya kendisi de sahip olmak ister. Peygamberimize karşı içerisinde derin bir aşk ve şevk duyar. Peygamberimiz onun için tarihi bir şahsiyet olmaktan çıkar. Aile bireylerinin ötesinde bir yakınlığa ve samimiyete ulaşır.

    Peygamberimizin ömrü adeta Kuran-Kerim’in sayfalarına dökülen gül yaprakları gibidir. Çünkü ayet ve surelerin iniş sebebi genellikle onun hayatındaki bir mesele, durum, olay üzerinedir. Peygamberimizin hayatını inceden inceye bilmeden Kuran-ı Kerim’i anlamak mümkün değildir.

    Peygamberimiz (s.a.s), peygamberliğinden önce Nur dağındaki Hıra mağarasına gider, orada tefekküre dalardı. Onun bu uzleti tasavvuf ehline büyük bir ders olarak yeter.

    Peygamberimizin (s.a.s) müşrikler arasında yaşadığı on üç yıllık Mekke dönemi bugünkü insanlara, özellikle Müslümanlara büyük dersler ihtiva eder. Çünkü tıpkı Mekke döneminde olduğu gibi bu gün de Müslümanlar pek çok ülkede ezilmekte, dinlerini yaşamalarına müsaade edilmemektedir.

    Hicret, her Müslüman’ın hayatında bir şekilde vuku bulmaktadır. Hicret için illa vatan, memleket terk edilmez. Yeni ve İslami bir çevreye, yeni Müslüman dostlar arasına girme, kavuşma da birer hicrettir. Bunlar için İslam’a uygun olmayan yerlerden ve kişilerden uzak olmak adına bu gerçekleşmelidir. Ya da Allah’ın dinini başka yerlerde yaşamak, yaşatmak niyetiyle bir yerlere göçmek, yeni yerlerle ve kişilerle tanışmak gerekmektedir. Onun için peygamberimizin hicretini, bunun ne olduğunu iyi anlamak gerekir. Müslümanlar bu anlamda daima akarsu gibi olmalıdır. Ümitsizlik, teslimiyet bir Müslüman’a yakışmaz. İdealizm ve aksiyon imanın vasıfları arasındadır.

    Peygamberimizin (s.a.s) Medine dönemi de manidardır. Müslümanların iktidarını ve bir devlet çatısı altında toplanmasını temsil eder. Bu dönemde Müslümanlar cihatla imtihan edilmiştir. İçlerinde dünya hayatını tercih eden münafıklar ortaya çıkmıştır.

    Mevlid kandilleri peygamberimizin (s.a.s) hayatı ile ilgili sohbetlerle süslenmelidir. Mümkünse bu amaçla toplanmış bir yerlere gitmelidir. Değilse en azından televizyondan, videodan iyi bir hoca efendinin bu konudaki sohbeti dinlenmelidir.

    Mevlid kandilinde yapılacak en büyük ibadet ne olabilir? Bunu geçen sene bir grup arkadaşla aramızda tartıştık. Bazıları bu gecede kaza namazları, tespih namazları kılmak gerekir, dediler. En büyük ibadet olarak bunu gördüler. Elbette bu ibadetlerin büyüklüğünü ve önemini inkâr edemeyiz. Bu ibadetler diğer kandil geceleri için tavsiye edilebilir ama bu gece Mevlid kandili olması dolayısıyla başka bir hususiyete sahiptir. Bu gecede merkezde peygamberimizin (s.a.s) olduğu etkinlikler daha bir anlamlı ve yerinde olur, bu sayede gece adına ve amacına uygun olarak ihya edilmiş sayılabilir.

    Onun için ben de âcizane bir görüş olarak bu gecede en büyük ibadetin peygamberimize (s.a.s) çokça salâvat getirmek olduğunu belirttim. İnternette de bir salâvat kampanyasına aboneydim. Her hafta arkadaş ve dost çevremle birlikte belli bir sayıda salâvatı da çekiyorduk. İlgili siteye de bunların sayısını toplayıp ben yazıyordum. Yine Mevlid kandili gecesi münasebetiyle arkadaş ve dost çevresinden böyle çekilecek salâvat sayılarını toplayıp ilgili internet sitesine yazdım. Gece boyunca da üzerime düşen salâvatları çekip bitirdim. Sonra uyudum.

    Gece düşümde senelerce evvel bitirmiş olduğum üniversiteyi gördüm. Bir gönül ehli hocamız vardı. Tasavvuf yolundaydı. Şimdi rahmetli oldu. Hocanın rahmetli babasının da o yolda olduğunu kitaplarda okumuştum. Bana bir şeyleri müjdelemek istiyor ama açıkça anlatamıyordu. Sadece şahsıma övgü dolu sözler söylüyordu. Sonra bana dedi ki: ‘Sen burada ne zamandan beri öğrencisin?’ Ben 1987 yılından beri burada öğrenciyim efendim, diye yanıt verdim. Gerçekten üniversiteye bu tarihte girmiştim.

    Telefon beni teheccüt namazına uyandırmak için çalmaya başladı. Uyandım. Dilimde 1987 tarihi vardı. Onu gayri ihtiyari olarak mırıldanmaya başladım: 1987, 1987… İçimden bu bir işaret ama ne olsa gerek diye geçirdim. Hak rüyaları tadı, kokusu, rengi ile çok iyi tanırım. Çünkü Allah’a şükür binlerce kez nasip oldu. Abdestimi alıp geldiğimde telefonumun e-mail adresine gayr-i ihtiyari baktım. Salâvat kampanyasını kabul eden site salâvatları yazdıktan sonra işlem olarak kabul edildiğini belirten bir mesaj yollamaktaydı. Ben yine gayr-i ihtiyari o mesajı açtığımda ‘protokol no:1987’ ile karşılaştım. Bu protokol no’nun her salâvat başvurusunda değiştiğini ilgili sitenin önceki mesajlarını yoklayınca anladım. Rüyam gerçekten ilginç bir vaka ile başka bir boyut kazanmıştı.

    Gece boyunca salâvat çekerken bu geceyi kaza namazları ve tespih namazları ile süslemek isteyenlere itiraz olarak farklı bir görüş belirtmiştim. Bu yüzden biraz içim burkuktu. Zira dünyada en büyük ibadet namaz kılmaktır. Ondan daha büyük bir ibadet olamazdı. Elbette orta yolu bulmak, işte hem kaza namazlarını, tespih namazlarınızı kılın ama salâvatı da unutmayın demek daha tehlikesiz ve kimseye zararı olmayan bir yaklaşımdı. Beni de vebal altına koymazdı. Neden bu şekilde konuya yaklaşmadım diye içimde bir sıkıntı yaşamıştım. Ama nedense, gayri ihtiyari olarak, çok iddialı bir şekilde bu gece yapılacak salâvatlara çok büyük sevapların, manevi hediyelerin verileceği üzerinde özellikle durmuştum. Bu yüzden onları hiçbir ibadetin geçemeyeceğini belirtmiştim.

    Bazen insanın böyle inatçılık damarı tutuveriyor. Biraz da, acaba hata mı yaptım, diye bir kuşku arkadaşlardan ayrıldıktan sonra Mevlid gecesi, tüm gece boyunca içimi kemirmişti. Ben bu rüyayı ve arkasında vuku bulan bu hadiseyi içimdeki kuşkuyu izale eden ve bu konuda isabetli bir kararı savunduğuma dair bir işaret olarak değerlendirdim. Tabii yine de en doğrusunu yüce Allah (c.c.) bilir.

    Rüya şunu demek istiyordu âcizane kanaatimce: İnsanın öğrenim hayatında en güçlü devresi üniversitedir. Yani salâvat okuma için seçilen zaman, Mevlid kandili gecesi, üniversite hayatın kadar güçlü ve yerinde. Bu oradaki bir hocanın iltifatına mazhar oldu. İlgili hocanın adı da peygamberimizin bir güzel ismine işaretti. 1987 yılından beri orada okumam ise çekilen salâvata verilen ecrin büyüklüğüne işaretti Allahu a’lem.

    Elbette rüyalara fazla takılmamak gerekir.

    Mevlid kandilinde niçin salâvatların büyük bir yeri ve önemi vardır? Çünkü Mevlid kandili dolayısıyla peygamberimizin ruhları gelen kutlamaları almaktadır. Allah’ın rahmeti bu gece o taraftan ümmeti kucaklamaktadır.

    Her şeyin bir vakti vardır. Örneğin oruç tutmak büyük sevap kazandırır. Ama dini bayram günlerinde oruç tutmak harama yakın bir şekilde mekruhtur. Tabii bu sözlerimiz Mevlid kandilinde kaza namazlarına, nafile namazlarına önem verilmesin veya bunlar hiç kılınmasın anlamı taşımamalıdır. Elbette kış geceleri uzundur. Bunlara da yer vermek Mevlid kandilini güzelleştirir. Ona ilahi rahmeti de katar. Ama aşkla şevkle çekilecek salâvatlar bu gecenin gereğine ve anlamına uygun bir şekilde ihya edilmesine vesile olacaktır. Bunu vurgulamak istiyoruz.

    Mevlid kandilinin ayırıcı özelliği salâvatların çokça çekilmesi iledir.

    Salâvat peygamberimize selam ve dua temennisinde bulunmaktır. İnsan bu gecede tüm samimiyeti ile çokça salâvat çekmelidir. Zira pek çok hadisi-i şerifin ifadesiyle biliyoruz ki, peygamberimiz (s.a.s) mübarek kabirlerinde her salâvatı alıyor ve mukabelede bulunuyor. Salâvatla görünüşte peygamberimize selam ve dua temennisinde bulunuyoruz ama hakikatte peygamberimiz (s.a.s) salâvat getirene selam ve duada bulunmaktadır. Her Müslüman peygamberimizin bu selam ve duasına muhtaçtır. Onun şefaati olmadan ümmetinden hiçbir ferdin cehennem azabından kurtulacağına ve cennete de gireceğine inanamıyorum.

    Bir insan herhangi bir ibadetin sevabını ölmüş veya diri birisine hediye edebilir. Dinimiz, hususiyle mezhebimiz buna müsaade vermektedir.

    Mevlid kandilinde sevabını peygamberimize (s.a.s) hediye etmek niyeti ile her türlü ibadet yapılabilir ve bu bence çok da yerindedir: Namaz kılmak, kurban kesmek, ertesi gününü oruçla geçirmek, sadaka vermek, zikir çekmek vb. ibadetler, peygamberimizin ruhuna hediye etmek niyeti ile yapılabilir. Bu hediyeler peygambere olursa hiç karşılıksız kalır mı? Zira Hz. Peygamberimiz (s.a.s) yaşarlarken de hediyeye hediye ile karşılık verirlerdi. Bu konuda hiç altta kalmazlardı. Ölünce mübarek kabirlerinde de, ruhani hayatlarında da aynı âdeti devam ettirmeleri pek tabiidir.

    Doğum günlerinde insanlara hediyeler alıp veriyoruz da peygamberimizin (s.a.s) doğum gününde neden ona bir ibadetle hediyede bulunmuyoruz?

    Gerçi onun ümmetinden gelmiş geçmiş, hazırdaki ve kıyamete kadarki her bir ferdin yaptığı her bir ibadetin bir misli sevabı Hz. Peygamberimize (s.a.s) yazılmaktadır. Ama ona hediye ile yapılan ibadetin değeri bir başkadır. Bu Allahu a’lem peygambere ayrıca bildirilmekte ve peygamberce ona özel bir karşılık da verilmektedir.

    Hediye, sevilene verilir ve bir sevgi gösterisidir. Peygamberi (s.a.s) Mevlid kandilinde bundan mahrum bırakmak onun sevgisine nail olamamak demektir.

    Mevlid kandili gecesi peygamberimizin hayatını tefekkür de ihmal edilmemeli ve onun şanına işaret eden ayetlerin de üzerinde düşünmek gerekir:

    ‘O peygamber, inananlara kendi canlarından daha yakındır… (Ahzab suresi, 6)’

    ‘And olsun, size kendi içinizde öyle bir Resul geldi ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. (Tevbe suresi, 128)’

    ‘And olsun ki, sizden Allah’a ve ahret gününe kavuşacağını umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Resulullah’ta üsve-i hasene (en güzel örnek) vardır. (Ahzab suresi, 21).’

    ‘(Ey Resulüm!) Muhakkak ki senin için tükenmeyen bir mükâfat vardır. Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzeresin. (Kalem suresi, 3-4).’

    ‘De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder. (Al-i İmran suresi, 31) ’
    Allah (c.c.), cümlemizi peygamberimizin (s.a.s) şefaatlerine nail eylesin. Bizelere Hz. Peygamberimizin (s.a.s) Mevlid kandilini anlamına ve kadrine uygun olarak kutlamayı nasip ve müyesser eylesin. Amin.
    Muhsin İyi

Bir yorum ekleyin