NASİHATNAME
Bismillah’ir Rahman’ir Rahim.
Hamd Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah-a mahsustur. Salât ve Selam, Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin ve Onun temiz âlinin ve Eshab’ının üzerine olsun.
1992 de Divriği Demir çelik Fabrikasında, çalıştığım yıllarda, Savrun’lu merhum Mehmet Ali Amca eski evinin çatısında bulduğu birkaç tane kitabı vermişti. İşte O kitapların arasından Hicri 1282 de, yani bundan 149 sene evvel yazılmış bir defter çıktı. Defterin ön tarafından on yaprağı zayi olmuş. Defteri okudukça çok güzel nasihatlerin olduğunu gördüm. İstedim ki bu güzel nasihatlerden günümüz insanları da istifade etsin. O nedenle aslına sadık kalarak ve Türkçeye çevirerek yayınlamayı uygun buldum. İnşallah bu niyetimi gerçekleştirmeyi Yüce Mevla nasip eder.
Defterin yirmi yedinci sahifesinden başladığım için, birinci bahis “Namazda hangi durumlarda Sehiv secdesi yapılır” Onu anlatmaktadır. Belki de, buraya kadar ki bölümler namazla ilgili hususları ihtiva ediyordu.
Birinci Bahis: Sehiv Secdesi
Namazda “Secde’i Sehiv” lazım olan yerler beyanındadır;
1- Farz namazda Kur’an okumadan Ruku-a inse,
2- İkinci rekâtta Tehiyyattan sonra, Allah’ümme salli ala Muhammed,” dese. (Dört rekâtlı farzların ve yine dört rekâtlı müekket sünnetlerin ilk Tahıyyat’ın da bu durum olur.)
3- Bir yerine iki defa Ruku-a eğilse,
4- Sesli okunmayacak yerde, bir ayet miktarı sesli okursa,
5- Üç ve ya dört rekâtlı namazların ikinci rekâtında oturmasa,
6- Tahiyyatı okumayı unutsa, ister birinciyi, ister ikinciyi; ister birazını, ister hepsini,
7- Vitir namazında Gunut duasını okumayı unutsa,
8- Dört rekât olan farzın iki evvel ki rekâtında Fatiha suresini terk etse, son iki rekâtta onları kaza etse yine sehiv secdesi yapar.
9- Her hangi namaz olursa, iki evvelki rekâtta Fatiha veya
Zammı Sureyi terk eylese, yine sehiv secdesi lazım gelir.
10- Fatiha’yı bir rekâtta birbiri ardınca iki kere okusa veya
secdeyi üç defa yapsa yine sehiv secdesi yapar.
11- Fatiha’dan sonra hangi sureyi okusam deyi biraz eğlense,
12- Secdenin birini terk eylese, sonra hatırına gelip kaza eylese, sehiv secdesi yapar.
13- Zammı surenin bir bölümünü veya çok azını Fatiha’dan önce okusa,
14- Farzda evvelki oturmada, oturmadı ise
15- Oturmayı, Ruku-u veya secdeyi terk eylese, namaz içinde veya namaz akabinde hatırına gelse, bir rekât dahi kılar ve sehiv secdesi yapar.
16- Ruku veya secde yapmayı unutsa, Tahıyyat’tan sonra hatırına gelse, geri döner Secdeyi veya Ruku-yu yapar, yeniden Tahıyyat okuyup, sehiv secdesi yapar. Bu meseleleri ezberlemek lazımdır.
İkinci Bahis: Afiyet
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali (k.a.v.)’ye Tavsiyeler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali (k.a.v.)’ye, “Ya Ali Rabbinden afiyet ne demektir?” diye sordu ve şunları söyledi.
1- Her ne kadar korktukların var ise; Dünyada, Ölüm anında, Kabirde, Mahşerde, Sıratta, Mizanda, bu cümlesinde selamet bulmak Rabbinden afiyettir.
2- Umduklarına nail olmak; Dünyada, Kabirde, Mahşerde, Sıratta, Cennetlerde olan nimet ve devlete erişmekte Rabbinden afiyettir.
“Ya Ali, Rabbinden yakınlık iste. Yakınlık ne ile olur? Asla bir günah işlemeyesin veya günah işlemeğe kalbinde bir niyet taşımayasın.”
“Ya Ali, Dua edersen bana salâvat getir. Zira dua ile kabul olmasının arasında bir perde vardır. Siz bana salâvat ettikte ol perde kalkar ve duanız makbul olur.
“Ya Ali, Dua ettikte Rabbinden sıdk ile iste.
Üçüncü Bahis: Kelime-i Şaadet
Ebu Ceyyet rivayet ediyor. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlar ki:
“Bir kimse kelimeyi şahadeti kendi lisanı ile söylese ve Manasını da kalbiyle düşünse, Rabbimiz, Allah-ı Azimüşşan, ol kula o kadar büyük sevap verir ki; Yedi kat gök ve içindekiler, Yedi kat yer ve içindekiler terazinin bir gözüne konsa, diğer gözüne de kelimeyi şahadetin manası ve sevabı konsa, Şahadet sevabı onlardan ağır gelir.”
Kelimeyi şahadetin manası ise, kısaca şöyledir: Ben şahitlik ederim ki, Allah’tan başka İlah (İbadete layık, Yaratıcı) yoktur. Ve yine şahitlik ederim ki, Muhammed, Allah’ın kulu ve Resulüdür.)
1- Peygamber Efendimiz buyurmuşlar ki, “ Bir kimse benim kaybolmuş bir sünnetimi ihya etse (ortaya çıkarsa), Rabbi Teâlâ ol kula yüz şehit sevabı verir.
2- Ata Hazretleri rivayet ediyor. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki, “Ümmetimden birine üzüntü ve keder gelirse beni hatırlasın, Ona kolaylık gelir” demiştir.
3- Peygamber Efendimiz buyurmuş ki, “Ne mutlu ol kimseye ki, kendi öle, günahı da onunla beraber kesile; Ne kadar yazık O, kimseye ki, kendi öle, günahı devam ede”
4- Hadis-i Kutsi. Eba Emame Hazretleri rivayet ediyor. “Kullarım, başlarına gelen bela ve musibete razı olur, sabrederlerse, mukabilinde ecir isterlerse, ben onlara cennetimi vererek razı ederim.”
Dördüncü Bahis: Salâvat’ın kıymeti.
Bir insan Peygamber Efendimizin ismi anıldıkta Salâvat etmese, O kişi dünyadan kabre temiz girse, Sıratı geçse, yinede bin yıl cennetin yolunu bulamaz, nice zahmetler çektikten sonra cennete kavuşur.
Sahabeyi kiram, Peygamber Efendimiz ile otururken dediler ki, “Ya Resulellah, biz senin mübarek cemalini görüyoruz. Mübarek lisanından çıkan sözleri dinliyoruz. Fakat nice erkek ve kadın buraya gelemiyor ve seni görmeleri mümkün olmuyor. Bunlar Salâvat getirdikte nice olur?” Peygamber Efendimiz buyurmuşlar ki, Onlar bana tazim ve muhabbetle salâvat ettikte, ben onların Salâvatlarını duyarım, kendilerini bilirim ve cevap veririm.
Hz. Ebubekir’den mervidir. “Bir Müslüman canı gönülden Bir salâvat getirse, gökteki melekler O kişiye dua ederler ve bu salâvat sayesinde küçük günahları af olur. Bir insan otururken salâvat getirse ayağa kalkana kadar küçük günahları af olur. Ayakta iken salâvat getirse oturmadan evvel günahları af olur.
Bir kişi içtenlikle Şahadet getirse, Arşı Aala sarsılır ve O kişinin günahları af olmadan sakinleşmez.
Beşinci Bahis: Kabir azabı.
Kabir azabının şiddetli olmasını sebebi dörttür;
1- Emanete hıyanet etmekten.
2- Gıybet ve dedikodu yapmaktan.
3- Ayakta idrar yapmak ve taharete dikkat etmemekten.
4- Çokça yalan söylemekten.
Altıncı Bahis: Sabah kahvaltısında Dua.
Taam kalbimde iken günah işletme Ya Rabbi.
İbadet etmeyi asan eyle Ya Rabbi.
Nafakama bereket eyle Ya Rabbi.
Midemdekileri hazmetmeyi ihsan eyle Ya Rabbi.
Kuvvetimi ziyade eyle Ya Rabbi, diye dua ede.
Tan yeri ağarmadan kalkana kırk devlet yazılır.
Evveli İmanı güzel olur. Kısmeti çok olur.
Şeriatı ziyade anlar.
Ameline bereket verilir.
Allah’ın hıfzı amanın da olur.
Ve belalara sabırlı olur.
Ve dahi bir insan hatıra geldikte “La havle ve la kuvvete illa billah il aliyyül Azim” dese, Allah-ü Teâlâ ol Âdem-e cennette bir ağaç verir ki, kökü altın’dan, budakları kızıl Yakuttan, her bir yaprağı bir türlü ve her bir dalında türlü meyve mevcut olur.
Yedinci Bahis: Peygamberimizden Miraç haberleri.
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki, “Miraç’ta bana cehennem gösterildi. İçindekilerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm.” Kadınların bu halde olmaları şu sebeplerdendir.
1- Kadınlar birbirilerine melun demeleri ve lanet okumaları sebebiyledir.
2- Allah’tan gelen ve kuldan gelen iyiliği unutup nankörlük yapmaları sebebiyledir.
3- Hayırlı işleri geri bırakırlar. Öğle namazını ikindiye yakın, İkindiyi Akşama yakın ve Yatsıyı da Sabaha yakın kılarlar.
4- Dünya işlerini, hayırlı işler üzerine takdim ederler.
5- Ve Zekâtlarını vermezler.
Peygamber Efendimiz Miraçta Hz. İbrahim ile görüşünce, Hz. İbrahim demiş ki, “Ey benim Oğlum Ümmetine Selam eyle, cennet bahçeleri çok ziyade büyüktür, boş yerleri pek çoktur. Onlara söyle ağaç diksinler.”
Sekizinci Bahis: Zikir sözleri ve manaları.
Peygamberimiz buyurmuş: “Sübhanellah-i vel hamdü lillah-i vela ilahe illellah-ü vallah-ü ekber” cümlesini mümkün olduğu kadar çokça zikredin. Cennette zikrin sayısı kadar ağaç dikilir. Zikreden ihtiyar ise, bir zikre karşılık üç ağaç dikilir.
Bir insan her Sabah kalktığında şu beş şeyden Yüce Mevla-ya sığındım demesi lazımdır.
1- Ya Rabbi, Şeytanın şerrinden, türlü hilelerinden sana sığınırım.
2- Ya Rabbi, Nefsimin belasından ve havasından sana sığınırım.
3- Ya Rabbi, Zalimlerin zulmünden sana sığınırım.
4- Ya Rabbi, Haset edenlerin hasedinden sana sığındım.
5- Ya Rabbi, Kötü huyluların bed huylarından ve kötü sözlerinden sana sığınırım.
“Sübhane Rabbiyel aala” demenin geniş manası şöyledir. Kalbimle inandım, dilimle ikrar eyledim ki, Rabbimin Zatı Paki’ne sonradan kemal gelmeden, Rabbimin Zatı uludur ve Zatı, Paki’ne noksan gelmez.
“Sübhane Rabbi-yel Azim” demenin manası ise, “Rabbi Teâlâ-nın rütbeyi maneviyesi o kadar büyüktür ki, bütün yerler, bütün gökler, bütün Cennet ve Cehennem, Arş, Kürs Levh-ü Kalem, Yüce Allah kendinden gayri her ne ki yarattı ise, hepsinin toplamı, Allah-ü Teâlâ’nın büyüklüğü yanın da bir karınca misali bile değildir. Bari Teala, mekandan münezzeh ve müberradır.
Dokuzuncu Bahis: Yüce Mevla’nın Hazreti Musa-ya hitabı:
“Ya Musa- Lebbeyk Ya Rabbi, Benim kullarıma ve senin ümmetine söyle: Ben rahatı Cennette verdim, onlar dünyada ararlar.
“Ya Musa- Lebbeyk Ya Rabbi; Ben onlara izzetimi gece namazında verdim, onlar ise Ağa ve Bey kapısında aralar.
“Ya Musa- Lebbeyk Ya Rabbi; Ben zenginliği kanaatte verdim, onlar ise malda, mülkte ararlar.
“Ya Musa- Lebbeyk Ya Rabbi; Ben duanın kabulünü helal lokmada verdim, onlar ise haram lokmada ararlar.
“Ya Musa- Lebbeyk Ya Rabbi; Ben anlara ilim tahsilini, zeka açıklığını açlıkta verdim, onlar ise toklukta ararlar.
Hazreti İbrahim (a.s) Suhufi Şerifinde buyurmuş ki, Günün yirmi dört saatinin birinde, Akşamdan sonra, uykudan önce düşünmeli ki, bugün ibadetim mi ziyade oldu, yoksa günahım mı ziyade oldu? Deyi kendini muhasebeye çekmelidir.
İmamı Şipli şöyle buyurmuş: “Ben dört yüz ulema ile görüştüm, dört bin Hadis ezberledim, dört bin Hadisin içinden dört kelam çıkardım; Bu dört kelamın içinde cümle nasihatleri mevcut buldum.
1- Dünya da kalacağın kadar, dünya ya çalış.
2- Cennette kalacağın kadar da, Cennete çalış.
3- Rabbi Teâlâ’ya muhtaç olduğun kadar ibadet et.
4- Cehenneme vücudun dayandığı kadar günah işle.
Fükaha demiş ki: İnsanın Mümin olmasına, imanı kabul edip öğrenmesine sebep ikidir. Birincisi: Akıldır. İkincisi: Sultanı Enbiya, Muhammet Mustafa’nın risaletle gelmesidir.
Onuncu Bahis: Defterin sahibi Divrik’li Şeyh Ahmet Ağanın rüyası:
Bin yüz otuz dokuz senesinin Rebiul Ahır ayının on yedinci gecesi idi. Rüya da gördüm ki: Medine-yi Münevvere tarafına gidiyorum. Beraberimde müritlerim ve arkadaşlarım var. Çölde ilerlerken bir Beriyye de bir kabir var, gündüz vakti üzerinde bir mum yanıyor ve bir Arap o mumu bekliyor. Talebelerimden Ömer Halifeye dedim ki, bu mumu al boş yere yanmasın. İlim tahsil eden bir talebeye ver ki, Onun zıyasından istifade ederek Kur’an okusun. Ol dahi birine vermek üzere mumu aldı.
Sonra Resulüllah Efendimizin Ravzayı mutahharasına vardım. İçeri girdim ki, Peygamber Efendimiz bir döşekte yatıyor. Yanında üç kişi var ve üzerine bir yorgan örtülmüş. Bu üç kimse Resulüllah Aleyhis Selamı yatağından kaldırmak istiyorlar. O üç kişiden birisi yorganı kaldırdı. Hemen Hazreti Peygamberin mübarek vücutları göründü. Mübarek başlarında Selimi gibi uzun bir imame var idi. Mübarek elbiseleri siyah bir kadife idi. Ben fakir, ol vakit yüzlerine baktım ve Hilye-i şeriflerine muvafık olduğunu gördüm. (Yani Peygamberimizin yüzünün kitaplarda tarif edildiği gibi olduğunu gördüm) diyor.
O, anda mübarek gözleri ile bana baktı. Fakir dahi: “Essalatü ves Selamü aleyke Ya Resulellah; Essalatü ves Selamü aleyke Ya Habibellah; Essalatü ves Selamü aleyke Ya Seyyidel evveline vel ahirin” deyi, birkaç kere salâvat getirdim. Peygamber Efendimiz yerlerinden kalktı, sağ tarafında bir sofra var imiş, oraya oturdu.
Ondan sonra Fakir (bana) dönerek, “Aferin berhudar ol, beni pek seversin, Kur’an-ı Huda-yı çok seversin, Rıza ve Hak üzeresin, sabit ve daim ol” diye buyurdular. Fakir dahi, yanımda olan arkadaşlarıma dönerek dedim ki; İşittiniz mi? Hazreti Resul benim için ne dedi. Arkadaşlarım da işittik, var mübarek elin öp dediler. Fakir dahi, vardım Hazreti Resulün mübarek elini öptüm. Ol zaman Peygamber Efendimiz bana buyurdular ki: “Şeyhim bana böyle dedi, bende böyle derim diyen dalalet ehlini hemen sen Kur’an ile ilzam eyle.” Ol safa dan uyandım, gördüm ki sabah namazı vakti olmuş. Hemen kalkıp bu mahalle yazdım ki nisyan vaki olmasın.
Peygamber Efendimiz, “Şeytan benim suretime giremez. Beni rüyasında gören gerçek hayatta görmüş gibidir” dediğine göre Onun rüya âleminde söyledikleri de gerçek sözüdür. Bu rüyada Peygamber Efendimiz “Şeyhimin dediğini derim, Onun yaptığını yaparım” diyenleri dalalet içinde gösterdiğine ve böyle sapıkları Kur’an ile amel etmeye çağırdığına göre, günümüz Şeyh ve dervişlerini bu süzgeçten geçirmemiz lazım.
On birinci bahis, Namazı bilmek:
Geçmiş zamanlarda bir Kadı Efendi, dini bilgisi zayıf zannettiği birine “Namaz Kılmayı bilir misin?” diye bir soru sorar. O kişide şu cevapları verir.
– Bana namaz mı sorarsın? Dur cevabın vereyim.
– Yüreğim yanar ottur.
– Bil ki Sabah namazı dörttür.
– Gâh ağlarım, gâh gülerim,
– Huda’dan hacet dilerim.
– Öğle namazını on kılarım.
– Beni teftiş ettin bildim,
– İkindiyi sekiz kıldım.
– Akşam namazı beş rekâttır.
– Üçü farz iki sünnettir.
– Yatsı namazı on üçtür.
– Günde, gecede kırk rekât,
– on yedi farz, yirmi sünnet.
– Vitri vaciptir üç rekât.
– Kendimde hayran oluram,
– farzı sünneti kılaram,
– bir yıllık namaz bilirem.
– Ganilere farzdır zekât.
– Cümlemize fazdır salât.
– Yedi bin beş yüz tahiyyat.
– Camilerde olur İmam.
– Tabut gülü bilmez kelam.
– Dört bin altı yüz seksen selam.
– Seksen altı bin yedi yüz altmış tekbirat.
– Elinde yazarsın yazı,
– Fark etmezsin kışı, yazı,
– Altı bin doksandır farzı.
– Erenlere olan himmet,
– Yedi bin iki yüz sünnet.
– Derviş eder olduk insan,
– Her demde ederiz noksan,
– Vitir vacibi bin seksen.
– Dahi namaz sorar mısın?
“Günümüzde cahil demeyelim de, bunları bir çırpıda sayacak kaç tane âlim çıkar acaba?”
Bir kibar kelam: “Selamet-ül insan, Fi hıfzıl lisan.” Yani: “İnsanın selameti, dilini korumasına bağlıdır.
Hazreti Aişe annemizden rivayet olunur ki:
“Bir Hatun hayız gününde kılamadığı beş vakit namaz yerine, günde yetmiş defa Esteğfirullah el Azım ve etubü ileyk” dese, bin rekat kabul olmuş nafile namaz sevabına ulaşır. Başında ki saçı sayısınca cennet nimetlerine erer. Sayısız Hac ve Umre sevabı kazanır. Ve O kişinin kabri nurla dolar.
On ikinci Bahis, Namaz ve Dua:
İki Cihanda saadet ve nimete kavuşmak isteyen, Namazda, bilhassa secde de iken dili ile söylemeyip içinden yüce Allah-a niyaz ve reca etmelidir:
– Ya Rabbi Mümin ve Müminat-a, Şeriatı Azımüşşana muhabbet, tazım ve Ona layık ameller ihsan eyle.
– Ya Rabbi Mümin ve Müminat-ın günahlarını affeyle.
– Dünya ve ahret nimetlerini hesapsız ihsan eyle.
– Bedenlerini kabir ve Cehennem azabından muhafaza eyle.
– Dünyevi dert ve belalardan hıfz eyleyip, selametler ihsan eyle.
– Ve dahi, gece-gündüz yaptığı ibadetlerin sevabını Mümin ve Müminat-a hibe eyleyip kabirlerine göndere.
– Gece ve Gündüz kıldığı namazlarda bilhassa yalınız kılarken secdelerini uzun eyleyip kalbi ile Yüce Mevla’ya teveccüh edip, dua ve niyazda buluna.
– Ve dahi Abdeste giderken veya namaza dururken diye ki: “Ya Rabbi Aldığım abdestleri ve kılacağım namazları, sebebi saadetim, sebebi izzetim, sebebi selametim ve sebebi nimetim kıl. İbadet ve taatımı kabul eyle.
– Ve yine şöyle dua ede: Ya Rabbi Sana ortak koşmaktan, şirke düşmekten, yine sana sığınırım.
– Ya Rabbi senden bilerek veya bilmeyerek işlediğim günahlar için mağfiret talep ediyorum. Beni bağışla ve azabından koru. Muhakkak ki sen gaybı bilensin. Âmin.
Haceri Heytemi Zevacir isimli kitabında yazmıştır. Devamlı namazını kılan dünyada beş tane fayda görür.
1- Allah-ü Teâlâ O kişiye rızkını kolay yoldan verir.
2- Kabir azabından kurtarır.
3- Arasat meydanında kitabı sağ tarafından verilir.
4- Sırattan yıldırım gibi geçer.
5- Hesapsız cennete dâhil olur.
Yine Zevacir kitabında şöyle yazılıdır. Namazı vakti kılmayıp kazaya bırakana on dört zarar uğrar, Bunların beşi dünyada, üçü ölüm anında, üçü kabirde ve üçü de Arasat ta olur.
Dünyada olan beş tane şunlardır:
1- Kazancının ve rızkının bereketi olmaz.
2- Yüzünde nur olmaz
3- Diğer ibadetlerine sevap elde edemez.
4- Duası kabul olmaz.
5- Diğer Müslümanların onun için yaptığı dualar kabul olmaz.
Ölüm anında olan zararlar ise şunlardır:
1- Ruhu bedeninden zor çıkar, zor can verir.
2- Aç ölür.
3- Susuz ölür. Bunların neticesinde ise Şeytan kişinin imanını çalar.
Kabirde olan zararları:
1- Kabir dar olur ve vücudunu sıkar, kemikleri birbirine geçer.
2- Yattığı yer Cehennem çukurlarından bir çukur olur.
3- Yılan ve çıyan vücuduna musallat olur.
Arasat ta olan zararları:
1- Hesabi çok şiddetli görülür.
2- Cehenneme dâhil olur.
3- Alnın üç satır yazı yazılır.
Bu satırlardan,
Birinde: “Allah-ü Azimüşşan’ın hakkını zayi etmiştir.
İkincisinde: Bu kişi Yüce Allah-ın gazabına uğramıştır.Üçüncüsü: Bu kişi Allah-ü Teâlâ’nın rahmetinden mahrum olmuştur” diye yazılır.
On üçüncü Bahis, Güzel ahlak:
Her Müslüman’ın önünde yedi tane dağ gibi engel vardır.
Kim bu yedi tane dağ gibi engeli aşar ve Yüce Yaratıcının dini üzere Yürürse, dünya ve ahret nimetine kavuşur.
Birincisi: Şeytan ve onun vesvesesinden kendini korursa.
İkincisi: Nefis ve onun Hava ve hevesinden kendini korursa.
Üçüncüsü: “Hubb-i dünya” Dünya sevgisine kendini kaptırmazsa.
Dördüncüsü: “İttiba-i Heva” İstek ve arzularına teslim olmazsa.
Beşincisi: “Yaramaz akran” Yani insanı kötülüğe çeken arkadaştan uzaklaşırsa,
Altıncısı: Gençlik şiddeti, Gençliğin arzularından korunursa.
Yedincisi: Cehalet, Dini konularda kendini bilgisizlikten korursa.
On dördüncü Bahis, Kalb ve halleri:
Kalp yedi kısımdır;
1- Duman içindedir.
2- Sağırdır.
3- Kördür.
4- Yağmadadır.
5- Hastadır.
6- Debelenmiştir.
7- Tuçdur.
Kalb bazen ölür: Kalb iki şeyden ölür. Birisi: Haram lokma yemekten dolayı ölür. İkincisi: Fasıklar ile yani açıkça günah işleyenler ile görüşmek ve onlarla beraber olmaktan ölür.
Haset ikidir. Biri, “Şu güzel şey başkasında olmasın, sadece bende olsun” demek hasettir. Diğeri İse, ondakini daim eyle, bana da ihsan eyle demek ise gıptadır.
Kıyamet gününde dört göz vardır ki ağlamaz:
1- Kâfirler içinde esir olan Müslüman.
2- Allah korkusundan namaz içinde ağlayan.
3- Harama bakmaktan gözlerini koruyan.
4- İki Bayram gecelerinde uyumayıp, ibadetle sabahlayan.
Ve dahi kıyamette iki göz vardır ki ağlar:
1- Bir âlim vardır ki, kendi amel etmez amma başkalarına nasihat eder. Nasihatini dinleyip de amel edenlerin ahrette kazandıkları nimeti görünce O gözler ağlar.
2- İkincisi O gözdür ki; Hiç doğruyu aramamış, yaratıcıyı tanımamış veya hasbelkader islam ile müşerref olsa bile, Şeriat-i araştırmamış, mucibince amel etmemiş. İşte bu kişi de Kendi arayışları ile doğru yolu bulup, yaptıkları ameller ile kurtuluşa erenleri görünce, bu gözde ağlar.
On dördüncü Bahis, kısa ilmihal bilgileri:
Farz iki bölümdür.
1- Farzı ayın: Müslüman onu işlemedikçe üzerinden düşmez. Beş vakit namazın farzları gibi.
2- Farzı kifaye: Bir veya birkaç kişinin yapması ile diğerlerinin üzerinden düşer, onlarında yapması gerekmez. Bir topluluğa selam verilince, O topluluktan bir veya iki kişinin selamı alması gibi.
Sünnette iki kısımdır:
1- Sünneti filiyye: Peygamber Efendimizin ara vermeden, daima işlediği adetleri ve ibadetleridir. Bu sünnetler terk olunmaz.
2- Sünneti Kavliyye: Peygamber Efendimizin sözü ile işlenen sünneti Şerifeye denir.
Mekruh iki kısımdır:
1- Tenzihen mekruh, Helale yakın mekruh demektir.
2- Tahrimen mekruh, Harama yakın mekruh demektir.
Hadisi Şerif. Mahşerde üç bölük insan getirilir.
1- Bir bölümünü yüzü güneş gibi parlar. Bunlar kimdir diye sorulur. Ezan okunmadan abdest alanlardır denilir.
2- İkinci bölümün yüzü Ay gibi parlar. Bunlar kimlerdir diye sorulur. Ezan okunurken abdest alanlardır denir.
3- Üçüncü bölüm ise Sabahyıldızı gibi parlar. Bunlar kimlerdir diye sorulur. Ezan okunduktan sonra abdest alanlardır denilir.
Abdest suyunun her bir katresinde sayısız sevap elde edilir. Azalarını yıkadıkça, günahları da yıkanır ve temizlenir.
– İmanın şartı altıdır: 1- Allaha iman. 2- Meleklere iman. 3- Peygamberlere iman. 4- Kitaplara iman. 5- Ahret gününe, öldükten sonra dirilmeye iman. 6- Kadere, hayrın ve şerrin Allahtan olduğuna inanmak.
– İslam’ın şartı beşdir: 1- Kelimeyi şahadet getirip, İslam’iyeti kabul etmek. 2- Beş vakit namaz kılmak. 3- Ramazan Orucunu tutmak. 4- Nisap miktarı mala sahip olunca zekat vermek. 5- Gücün yettiği zaman Hac’ca gitmek.
– Abdestin farzı dörttür: 1- Tüy bitiminden yüzleri yıkamak. 2- Elleri dirseklere kadar yıkamak. 3- Başın üstüne mesh etmek. 4- Ve ayakları topuk kemiklerine kadar yıkamak.
– Guslün farzı üçtür İmanın rüknü ikidir:
– Namazın farzları on ikidir, altısı içinden ve altısı dışındandır. Dışından olanlar: 1- Boy abdesti gerekiyorsa, O temizliği yapmak. 2- Namaz kıldığımız yeri ve elbiselerimizi temizlemek. 3- Avret yerlerini kapatmak. 4- Namaz kılmak için kıbleye yönelmek. 5- Namaz vaktini beklemek. 6- Hangi namazı kılıyorsak ona göre niyet etmek.
– İçinden olanlar: 1- Namaza girmek için ilk tekbiri almak. 2- Kıyam, ayakta durmak. 3- Kıraat, Kur’andan sure ve ayet okumak. 4- Rüku’a eğilmek. 5- Secdeye kapanmak. 6- Namazın sonunda Ettehiyyatü-yü okuyacak kadar oturmak.
Hadis: “Pahıllığı terkeyle, çünkü pahılların yeri narı cehımdir.
On beşinci Bahis, İyilik yapmak:
Zi Mahşeri Hazretleri buyurmuş ki, “Kurt yırtıcı bir hayvan olmasına rağmen, bayılmış veya yaralanmış halde yatarken bir insan ona yardım etse, karnını doyursa, Rabbi Teâlâ onu da zayi etmez ve onun mükâfatını verir.”
Bir Mümin, muhtaç bir Mümini doyursa veya ihtiyaçlarını giderse, hayrı yapan Mümin ile cehennem arasında yedi tane mânia oluşur.
Bir insan borcunu vermeye gitse, o kişiye yerde, gökte ve deryada olanlar dua eder, her adımında bir küçük günahı af olur.
Hadis-i Şerif: Sultanı Enbiya, Miraç saadetini yaşarken, cennetin üzerinde bir satır yazı gördü. Orada şöyle yazıyordu: “Sadaka verene on sevap, ödünç verene on sekiz sevap vardır.
Peygamberimiz, “Ey kardeşim Cebrail bunun hikmeti nedir” diye sordu. Cebrail Aleyhisselam buyurdu ki, “Sadaka bir veya iki günlük ihtiyacı giderir. Hâlbuki ödünç verilen para ise, daha ziyade ihtiyaç görmeye sebep olur.”
Bir kişi şu beş şeyi hatırında tutsa gerçek ahlaka sahip olur ve Sıratı Müstakim üzerinde olur.
1- Nereden geldin?
2- Aslın nedir ve ne için geldin?
3- Kim yarattı ve ne için yarattı?
4- Nereye gideceksin, bir hazırlık gerekiyor mu?
5- Gittiğin yerde ne ile karşılaşacaksın? Cennet bahçesi ile mi, Cehennem çukuru ile mi?
Fahri kâinat Efendimiz buyurmuş ki, “Kadınların, Cehenneme yağmur gibi döküldüğünü gördüm. Sebebinin şunlar olduğu bildirildi.
1- Yaptıkları iyilikleri birbirinin başına kakarlar.
2- Nankörlük edip, kocalarına senin neyini gördüm ki derler.
3- Birbirlerine lanet okurlar.
4- Başlarına gelen belaya sabretmezler.
Hazreti Davut-un zamanında öyle bir kıtlık oldu ki, bütün kavmi helak olacak hale geldi. Hazreti Davut bütün ulemayı topladı, içlerinden ilmiyle amil olan üç tane âlim seçti. Kavminden kalabalık bir topluluğa buyurdu ki, bu üç ilim adamı dua etsin, sizde âmin deyin.
1- O üç âlimden biri şöyle dua etti:
“Ya Rabbi, sen Azimüşşan Zebur-da buyurdun ki; Kullarım birbirilerine iyilik etsinler ve başlarına kakmasınlar. Dövmeye, sövmeye güçleri olsa bile af etsinler.”
“Ya Rabbi bizde senin aciz ve hakir kullarındanız, bizlerinde suçlarını af edip, bizi bu beladan halas eyle. Fazlından ve kereminden ihsan eyle” Âmin.
2- İkincisi, şöyle dua etti:
“Ya Rabbi, sen Azimüşşan Zebur-u Şerif-de buyurmuşsun ki, “Bir kimse sizin kapınıza gelirde bir şey isterse, onu boş çevirmeyin.” Ya Rabbi sen cümleden merhametli ve cümleden zenginsin, kapına geldik bizleri boş çevirme Ya Rabbi” Âmin.
3- Üçüncü âlim ise şöyle dua etti:
“Ya Rabbi, sen Azimüşşan Zebur-u Şerif-de buyurmuşsun ki, “Kullarım ellerinde bulunan esirleri azat etsinler.” “Ya Rabbi bizde senin miskin ve aciz kullarınız, bizleri de bu bela ve musibetlerden azat eyle, rızkımızı ihsan eyle” Âmin.
Bu dualar bittikten sonra nimete kavuştular ve kıtlıktan kurtuldular.
On altıncı Bahis, Şeriat ilimleri:
Şeyh Şipli, Muaz bin Yahya, Sait bin Müzeyyep otururlarken, Ata Hazretleri geldi ve Şeyh Şipli’nin ağladığını gördü. Sebebini sorduğunda Şipli Hazretleri şöyle buyurdu: “Niçin ağlamayayım ki, üç gündür kimse gelip Şeriattan bir şey sormadı. Din çok garip kaldı. Bir insan üç gün şeriattan bahsetmese, kalbi ölür” dedi.
Muaz Oğlu Yahya Hazretlerine, Anadan, Babadan daha merhametli olan kimdir diye sordular. Oda şöyle cevap verdi: Din ve şeriat bilgilerin hiçbir karşılık beklemeden, hasbeten Lillah öğretendir buyurdu.
Cabir Hazretleri buyurmuş ki: Nasihat almak için her âlimin önüne oturmayın. Öyle bir âlimden nasihat alın ki;
1- Şüpheyi kaldırıp, iman ile mamur eylesin.
2- Dünya sevgisinden koparıp seni ahret ile mamur eylesin.
3- Riyadan ve gösterişten seni alıp, ihlâs ile mamur eylesin.
4- Kibirden, büyüklenmeden seni kurtarıp, tevazu ile mamur eylesin.
5- Müminleri birbiri aleyhine buza sevk etmeden nasihat eylesin.
Yaptığı günahı unutmayıp hatırında tutanda şu güzel haller bulunur.
1- Geceleri yüzünü yerlere sürüp Rabbine yalvarır.
2- Kibir ve kendini beğenmişlikten kurtarır. Kendini meth etseler, iç durumunu bildiği için sevinmez.
3- Haramlardan sakınmaya sebep olur.
4- Daima mahzun gezer.
Bir kimse kendini meth eden olunca sevinmemelidir. Sevinirse iki belaya duçar olur.
1- Kalp gözü kör olur. Kalp gözü kör olunca da her günaha batar.
2- Kalp kulağı sağır olur. Kalp kulağı sağır olunca da, Hakkı batıl, batılı Hak olarak anlar.
Bir kimse Şer’i Şerife doğru yürürse, kalbinde ne kadar hüznü varsa yok olur. Bir insan şeriata yürüdükte her adımına nafile Hac ve Umre sevabı verilir. Bir yıllık nafile ibadet elde edilir.
Peygamber Efendimiz Ashabı-na buyurmuşlar: Hazreti Musa kavine beş şeyi emretti, Hazreti İsa Ümmetine beş şeyi emretti. Bende size beş şeyle emrediyorum.
1- Semiı: Seman demek, bir mesele söylenirken ne işi varsa bırakıp, kalbiyle razı olmak, Rabbim emretmiş ise canla, başla deyip kabullenmektir.
2- İtaat: Söylenen meseleyi tutup, yerine getirmek, icabınca amel etmektir.
3- Hicret: Fasıklardan, günah işleyenlerden uzaklaşmak, mümkün ise hiç görüşmemektir.
4- Cemaat: Eshabın, Cemaatin itikadına, yani çoğunluğun inancına tabi olmaktır.
5- Cihat: Zamanın ve zeminin bütün imkânlarını kullanarak maddi ve manevi cihatta bulunmaktır.
Üç kimse Şeriatı anlamaz:
1- Kibir sahibi, kendini herkesten üstün gören kimse.
2- Gazap sahibi, azgınlaşan, başkalarına kin ve husumet besleyen.
3- İnat sahibi, çünkü O, doğru bildiğinden şaşmaz ve ikna olmaz.
İnsanı dört şey azdırır:
1- Şeytan: Zaten onu görevi budur.
2- Nefis: nefsin aşırı istek ve arzuları.
3- İttiba-i Heva: Yani Heva ve heveslerine teslim olmak,
4- Yaramaz akran: Yani seni kötü yola götüren arkadaş.
Cennete girmeğe sebep ikidir:
1- Kitap ve sünnette anlatıldığı gibi doğru ve kâmil bir imana sahip olmak.
2- İslam’n dört temel ibadeti olan Namazı, Orucu, Haccı ve Zekâtı şeriata uygun halde yapmak.
Hadisi Kutside Yüce Allah şöyle buyurmuş: Resulüm, Fasık ve günahkâr kullarımı yere geçirirdim. Üç şeye duyduğum merhametten dolayı onlarda korunur.
1- Henüz süt emen masumlar yüzünden.
2- Ot otlayan hayvanlar yüzünden.
3- Dini Azimüşşan’ıma yürüyen, Şer-i Şerife hizmet edenler yüzünden, merhamet ederim.
— Kullarım, zenginlik hallerinde beni unutmasınlar ki, fakirliğe düşünce bende onlara imdat edeyim.
— Sağlığı, sıhhatli halineyken beni unutmasınlar ki, hastalıklarında onlara imdat edeyim.
— Hoşça yaşadığı zamanlarda beni unutmasınlar ki, ölüm anlarında onlara imdat edeyim.
— Evlerinde beni unutmasınlar ki, kabirlerinde onlara imdat edeyim.
Hadisi Şerif. Arasat gününde hesap, sual olunmadan Arşın gölgesi altına gidecekler yedi tanedir.
1- Allah rızası için cömertlik yapanlar. Sağ eliyle verdiğini sol eli duymayan ihlâslı Müslümanlar.
2- Din kardeşliği sebebiyle birbirini sevenler.
3- Dini konularda birbirilerine yardım edenler.
4- Genç yaşta ibadet yapıp, günahlardan kendilerini koruyanlar.
5- Günah işleme ortamına girmişken, sadece Allah korkusuyla O günahı işlemekten sakınanlar.
6- Adaletli idareciler, Padişahlar.
7- Allah yolunda, sadece onun rızası için şehit olanlar.
Hesapsız, Sualsiz Cehenneme gidecekler ise şunlardır.
1- Dünyada cahil kalıp ve öylece yaşayanlardır.
2- Kibir sahibi olup, kendini üstün görenlerdir.
3- İnat sahibi olup, Dini doğruları bir türlü kabul etmeyenlerdir.
4- Emanete hıyanet edenler. Buradaki emanetten maksat Kur’an-ı Kerimde ki, “İnna araznel emanete Alessemavati vel arzı vel Cibali” ila ahır. Yani, (Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de Onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Onu insan yüklendi. Doğrusu O çok zalim, çok cahildir.) ayetinde geçen emanettir.
Hazreti İsa derki:
Bir insan bir meseleyi öğrense, onunla amel etse ve başkasına öğretse, O kimseye Melekler tazim ederler.
On yedinci Bahis, Haram yemek:
Haram lokma yiyeni altı bela takip eder.
1- O kişiye ibadet yapmak ağır gelir.
2- Öğrendikleri ile amel etmez.
3- Bir mesele anlatsa dinleyenlere tesir etmez.
4- Kalbi bir konuda karar kılmaz ve kararır.
5- İbadetin halâvetini, lezzetini bulamaz.
6- Allah-ü Teâlâ’nın korkusu kalbine gâh gelir, gâh gelmez.
Rabbi Teâlâ’nın korkusu şu iki kişinin kalbine gelmez.
1- Cahillerin ve cahilliği kendine mazeret edinenlerin.
2- Haram yiyenlerin.
Kötü huyların başı ikidir: Birisi, Kibir. Diğeri de Gazap tır.
İyi huyların serdarı ikidir. Biri Sabır, Diğeri Halimdir.
Kötü huylardan kurtulmak için beş yerden yardım istenir.
1- Kamil bir üstat veya Hocadan bilgi alınır.
2- Hakikatli dost, eş veya ortaktan.
3- Kalpten yapılan samimi bir niyetle vazgeçilir.
4- Şeriat bilgilerini nefsinde tatbik ederek kurtulur.
5- Kötü huylardan kurtulup, ahlaki Hamide ye sahip olmak için Allaha yalvarır ve inayet ister.
On sekizinci Bahis, Nasihat şiirleri:
—KASİDE’İ NASIHA-
Gelirsin meclisi fısk-ı, fücur-e nice Epter’le
Buna razımıdır Mevla’ki, geçer vaktin gafletle
Kelamı, Halik-i guş-a meclisi manaya gelmezsin
Hava’yı nefse meyleyleyüp Aala’ya gelmezsin
Edüp tövbe günahından Dar’ı Mevla-ya gelmezsin
Bugün tahsili ilme say’edüp, feryada gelmezsin
Havaya düştün ey dil meclisi takvaya gelmezsin
Gözün aç gafil olma bir dahi dünyaya gelmezsin.
Yazıktır geçmesin ömrün, yok yelere ger nümaya
Ele girmez, Huda hakkiyçün, böyle sermaye
Eğer ikbal ederse, pek sakın aldanma dünyaya
Gece, gündüz kemali ilimle say eyle takvaya
Havaya düştün ey dil meclisi takvaya gelmezsin
Gözün aç, gafil olma bir dahi dünyaya gelmezsin.
Ne tahsili ilme say eyleyip himmet eylersin
Ne bir ehli kemale hem dem olup sohbet eylersin
Serabı pür haraba aldanıp gaflet eylersin
Havaya düştün ey dil meclisi takvaya gelmezsin
Gözün aç gafil olma bir dahi dünyaya gelmezsin.
—————-
-CİHAN SÖYLER-
Sana her dem haliyle Cihan söyler, fenayım der
Ne umarsın vefa benden ki, bir cevri- cefayım der.
* * *
Benim rengimi görenler sanırlar Lal’i Yakut’um
Sakın aldanma alım-a, be gayet hilekârım der.
* * *
Ben ol zenneyim ki, doymadı benden dahi
Yutar gözün, zerrece gelmez dahi belkim Gedayım der.
* * *
Ne idraki var Avamın ki, özünü kurtara benden
Halas olur mu gör şonlar ki, Evliyayım der.
* * *
Ata Oğluna kast eyler ve yar-ü Kardeşe- kardeş
Benim içün olur düşman, Şonlar kim Esdika’yım der.
* * *
Bilirken Arifi dünya, yine elden koymaz daim
Beni terk eyleme zinhar ki, her derde devayım der.
**********
-ÖLÜM VE SONRASI-
SERENCAMI İNSAN
Bir gün gülüp ecel erişe bize
Gel deyu bekaya, oluna ferman
Can ile guş eyle söyleyem size
Nicedir ölürken ahvali insan.
Ecel yastığına koyunca başı
Almaz olur artık etmeği, aşı
Cem olur yanına kavmi, kardeşi
Ararlar derdine bulmağa derman.
Hakkın Emri ile gele Azrail
Cümle mahlûkatı eyleyen zail
Olamaz önüne kimseler hail
Kurtulmaz elinden insan-ü hayvan.
Olacak bir gün, ol emri Rahman
Yatar döşeğine, İbni filan
Tırnaktan dizecek çekilince can
Tutuşa vücudu misali Külhan.
Fırsat bulup gele ol İblis’i Aduv (Düşman)
Merdud-i ezeli ol asi bet huy
Diye ver imanın sana verem su
Ey garip ziyade olmuşsun aştan (Ateşli)
İlahi af eyle isyanımızı
Bozmayız ebedi peymanımızı
Ol mahal Ya Rabbi imanımızı
Sen emin eyle Min şerr-iş Şeytan.
Can tulu eyleye, hulkum-a gele
Makbuldür tevbemiz, ol mahal bile
Hamd eyle Huda-ya paki kalp ile
Kendi keremidir, bu lütfü ihsan.
Bir dahi dest vurup, edince zoru
Canı verir,teni kalır kup- kuru
Nicesi zorundan, du çeşmi nuru
Döküle Ruy üzre, misali Baran.
Uzatırlar gayri dest ile Pay-ı
Terk eyledin ahır, darı dünyayı
Kor gidersin bunda cümle eşyayı
Gerek senin olsun İran-u, Turan.
Salât-u, savm’ile olmayın medyun (borçlu)
Çıkınca tahtaya cesedi mevzun
Gözünden akıtmaz baranı Ceyhun
Soyalar kametin olasın üryan.
Dökeler üstüne Ab’ı Revanı
Ne ise ederler guslün erkânı
Çekeler altına tahtı revanı
Rahi musallaya olasın revan.
Getürüp senk üzre koya cemaat
El bağlayıp dura karşına kat-kat
Çağıra Müezzin “Er kişi-ye niyet
El bağlayıp dura karşına ihvan.
Çar kişi getüre döşünde seni
İletüp kabrine yetire seni
İndirüp kabrine koyalar seni
Örterler turabi üstüne ol an.
Cem olup gele eş, dost ol hin
Başlayup okuna Sure’i Yasin
İla ahirihi Kur’an-ı Mübin
Okuyup Fatiha dağıla yaran.
Tekü, tenha koyup seni gideler
Filan Oğlu, filan ölmüş diyeler
İsmini gönüllerden ihraç ederler
Böyledir ta ezel adetü devran.
Miyanından yukarı can vere Allah
Sıdkımız böyledir Amentü billâh
Vurunca başın yere, diye kim Allah
Bile öldüğünü ol mahal insan.
Akabinde gele Münkir ve Nekir
Havfinden vücudun titreye tir-tir
Diye “Men Rabbüke” tez ol haber ver
Tutmuş elinde bir gürzü giran.
Sonra Peygamberin, Mezhebin, Dinin
Kıbleni, Milletin, cümle ayanın
Verirsen nur ile pür ola sinin
Bila havfin eğer, cevabın asan.
Eğer aksi verir isen cevabı
Edeler can-ü, ten-e türlü azabı
Niçin guş etmedin diye kitabı
Eyledin cilve’i, sohbet’i, seyran
Kendün’i Cihanda ölmez mi derdin
Yokluk iklimine gelmez mi derdin
Kişi ettiğini bulmaz mı derdin
Ey asi ederdin Ruzi, şep isyan.
Mülkü beka içun yapış bir kara
Yanmaya dersen vücudun nara
Çalıştı ahır bulmadı çara
Marazı mevte Hazreti Lokman
Bir zaman Şah iken, Şah’ı Tayyura
Ferman buyururken Mar ile Mur-a
Ecel camın içüp girdi Kabure
Hükmederken İns’ü, Cin’ne Süleyman
Yatur zemin içre Nuh, Yakub-u zar
Hem Yusuf gibi nale’u uzar
Habibi Ekrem ile hem Cihar’ı yar
Ebubekir, Ömer, Ali ve Osman.
Cihana geluben oldular gaip
Kodular yerine bir adet naip
Sütun’u din olan sahib-ü Mezahip
Hanbelî, Şafii, Maliki, Numan.
Cihana gelenler bu yoldan geçer
Ecel peymanesin lep vurup içer
Hani gâh misali konutlar göçer
Yükledüp metaın manen de kervan.
Sürünce merciine bunca ricalı
Erişe dünyan ahır zevalı
Bir nice zaman ahter’i hali
Nice kalırsa bu köhne viran.
Penpe veş atıla dağ ile sahra
Ebru veş döküle zemine sema
İkinci surda oluna peyda
Kurula Mahşer, Sıratu, Mizan.
Bir melceye Şems ola hem nazil
Beyinler kaynaya serde velhasıl
Fikreyle halini gözün aç gafil
Sonra olursun gayet’ü pişman.
Elli bin yıl durula aala, bek ba
Dideler ayrılmaz semadan kat’a
Yemini, Şimalinden Nisa’yı asla
Bilmeye havfinden biçare insan.
Varalar Musa-ya, kimi İsa-ya
Diyeler şefaat et bu Geda-ya
Anlarda diyeler var Mustafa-ya
Ki oldur şefaat sahibi Sultan.
On dokuzuncu Bahis, İmanı koruma Hakkındadır.
Hadimi Resulüllah olan Ebu Hüreyre ve Enes hazretleri buyurdular ki, Yedi amel vardır ki ahir nefeste (Ölüm anında) iman ile gitmeğe sebep olur.
1- Her işin başında “Bismillah-ir Rahman-r Rahim” demek.
2- İşi bitirince El Hamd-ü Lillah demek.
3- Hoşlanmadığı bir şey görünce “Ve la Havle ve la kuvvete illa billâh-il Aliyyil Azim” demek.
4- Bir musibete uğradıkta, “İnna Lillah-i ve inna ileyhi Raciun” demek.
5- Günün her saatinde çokça “La ilah-e illellah” demek.
6- Bir işe başladığı zaman “ben bu işi muhakkak yaparım” demeyip, “İnşallah” yaparım demek.
7- Yüce Allah’dan devamlı yardım talep dilemek.
Bazı Müslümanlar vardır ki, onlar kabirlerinde de ibadet ederler.
—Dünyada ki hayatlarında çokça Kur’an-ı Kerim okuyanlar.
—Namaz kılmayı sevenler.
—Dünyada çokça zikir yapanlar.
Hasan-ı Basr-i hazretleri ehline ve evladına buyurdu ki, Ben yemek yerken bana dünya kelamın söyletmeyin. Niçin söylemeyelim denildikte, çünkü dedi:
1- Çünkü ben düşünürüm ki, Acaba Rabbim bana Cennet yemeklerimi yedirir mi, yoksa Cehennemde zakkum mu yedirir?
2- Acaba kabrim Cennet bahçelerinden bir bahçemi olur, yoksa Cehennem çukurlarından bir çukur mu olur?
3- Namazımı bitirdikte, Acaba Rabbim kıldığım namazı kabul eyleyip, namazın şefaati ile Cennete girip hülleler giyip Rabbimin huzuruna öylemi çıkarım, Yoksa bir kirli çamaşır gibi amelim yüzüme mi çarpılır? Ben bunları düşünürüm der.
Dahhak hazretleri Peygamber Efendimize sormuş. “Allah-ü Teâlâ’nın sevdiği kullar kimlerdir? Peygamber Efendimiz şunlardır buyurmuş:
1- Evvela öleceğini hiç unutmayan kişidir. Çünkü en iyi nasihat odur.
2- Kabre gireceğini ve orada uzun zaman kalacağını bilen insan.
3- Kabirde tenini kurtların, böceklerin yiyeceğini bilen ve unutmayan insanlar.
4- Dünya işi ile ahret işi bir araya geldikte, dünya işini terk edip ahret işini öne alan kişidir.
5- Yarınki gün benimdir deyi saymayan ve ölümü yakın görendir.
6- Kendini ölülerden bilendir.
Yirminci Bahis, İlim öğrenmenin fazileti:
Hazreti Musa, mekândan münezzeh olan Yüce Allah ile Turi Sina da Konuşurken, Allah Azimüşşan, Hz. Musa-ya yukarı bak dedi. Hazreti Musa yukarı baktığı zaman Arşı Rahmanın direğinde bir ruh gördü. Ya Rabbi bu kimdir, ne amel işlemişte bu makama ermiş diye sordu. Yüce Mevla buyurmuş ki:
—Bu kulumun kimseye hasedi yoktur.
—Üstadına, Hocasına hizmet etmiştir.
—İmanı ve akaidi doğrudur ve pak’dır.
Bir insan dini ilimler öğrenmek uzaklara gitse ve öğrenmeden dönmemeye azmetse, Rabbi Teâlâ Hazretleri O kuluna şu devletleri ihsan eder.
1- Geçen günahlarını af eder.
2- Seker atı mevtinde, Kabirde, Mahşerde, Sıratta, Arasat ta asla zahmet çektirmez.
3- Ahretteki makamını görmeden ruhunu teslim etmez.
4- Başına kızıl Yakuttan keramet tacı giydirilir.
5- Cennette nurdan binekler ikram edilir.
6- Sayısız Huri, Gılman ve Vildan verilir.
7- Yakınlarından yetmiş kişiye şefaat eder.
Denilmiştir ki, Hazreti Musa-ya inen Tevrat bin Suredir ve on bin ayettir. Kur’an-ı Azimüşşan altı bin iki yüz ayettir.
İnsan Oğlu için iki büyük bela vardır. Biri, Kabir karanlığıdır. İkincisi, Mahşer karanlığıdır. Bu iki beladan ancak Ramazan Şerif orucu tutmak ve Kur’an-ı Kerim okumakla kurtulmak mümkün olur.
Rabbi Teâlâ’nın muhabbet ettiği kullar iki tanedir.
1- Allah’tan korkup gençliğinde ibadet eden kullardır.
2- Çok malı olup Allah rızası için harcayan kullardır.
İlim tahsili için dört şey gereklidir.
1- İyi bir üstat bulup ona güvenmek, umurunu ona ısmarlamak.
2- Üstadının dur dediği yerde durmak, yani sözünü dinlemek.
3- Haram lokmadan sakınmak.
4- Annesinin, Babasının ve üstadının hayır duasını almak.
Yirmi ikinci Bahis, Akait ve Esma-ül Hüsna hakkındadır:
Ebulleys Semerkandi Hazretleri buyurmuştur ki, cümle Ulemanın akaidi budur.
—Yüce Allah-ı bilmek ve inanmaktır.
—Yüce Allah-ın Zatında bir olduğunu bile.
—Yüce Allahın Efalin de bir olduğunu bile.
—Cümlenin Halikı olduğunu bile.
—Cümlenin Razzakı olduğunu bile.
—Cümleyi hıfzedici olduğunu bile.
—Ve cümleyi durdurucu olduğunu bile.
—Cümleyi halden hale döndürücü olduğunu bile.
—Ve Zatı pak’ına bir şey benzemez, Bir şeyde Zatı pak’ına benzemez.
—Ma siva Allah (Kendi haricinde) her ne yarattı ise, yarattığı haller Zatı pak’ında olmaz ve bulunmaz.
—Bin Esmasını Meleklere bildirmiştir.
—Bin Esmasını da Peygamberlerine bildirmiştir.
—Üç yüz Esması Tevrat ta, üç yüz Esması Zebur da, üç yüz Esması da İncil de ve yüz tane Esması da Kur’an-ı Kerimde beyan olmuştur.
Müslüman bir kişi her an şu dua ve niyaz halinde olmalı.
1- Rabbime şükürler olsun, beni yokluk ve karanlık âleminden, varlık ve nur âlemine çıkardı.
2- Rabbime çok şükür, bizi taş gibi, toprak gibi cansızlar âleminden değil de canlılar âleminden yarattı.
3- Çok şükür Rabbime, bizi hayvan olarak değil de, insan olarak yarattı.
4- Çok şükür Rabbime, bizi kâfirlerden yaratmayıp, Müslüman olarak yarattı.
5- Çok şükür Rabbime, geçmiş peygamberlerin helak olan kavminden değil de, Ahır zaman Peygamberinin Ümmetinden yarattı.
Abdullah Hazretlerine, Peygamber Efendimiz buyurmuşlar ki: “Ya Abdullah,
—İbadetini biri beni medh etsin veya kötülesin diye yapma.
—Dünyalık için kimsenin kapısına varma.
—Bütün dünya insanı bir araya gelse, Cenabı Allah istemedikçe sana ne menfaatleri olur, ne de zararları dokunur. İtikadın böyle olsun Ya Abdullah”
Beyit: Her kişinin sorma halin vadesinden bellidir.
Mektebi irfan olanlar sohbetinden bellidir.
Beyit: Cahile açmaz yüzünü, nadana hiç söylemez.
Şive karım hayli bir âli cenabımdır kitap.
Beyit: Suleha ile ola gör Refik.
Ta ki bulasın Huda’dan Tevfik.
Beyit: Hayrı şerrin Halik-ı Hak’tır, kul elinden ne gelir.
Sanma ansız ilmiya, âlemde bir çöp deprenir.
Beyit: Hor bakma fukara fırkasının hırkasına,
Her biri bir dağı delip geçer arkasına.
Bu defterin ortasında ve sonunda şu not vardı.
Ketebe, Abdül Maruf Ali, bin Maruf Muhammed, bin Maruf Ahmed, bin Hacı Süleyman, bin Ahmed Ağa gaferallah-ü lena. Sene: hicri- 1282
Bu günden tam yüz kırk dokuz sene önce yazılan bu kısa ve faideli Nasihatnameyi, günümüz dili ve yazısına çevirerek Müslüman kardeşlerimin istifadesine sundum. İnşallah okuyan kardeşlerim tesirini görür, amel ve istikametini düzelterek, İslam dinini daha güzel yaşama imkânına kavuşur. Gazetede yayınlanıp, İnternet sitelerinde okunan bu yazıları İnşallah kitap olarak ta yayınlayıp dağıtmak nasip olur. Bekir ÇÖL
GEÇMİŞTEN DİNİ VE EDEBİ ESİNTİLER!
Sene 1963, Temmuz ayı. Arkadaşım Ömer Hoca ile Hafızlığımızı yeni tamamlamışız. Rahmetli Dedem, Zamanın büyüğü İhramcı Zade İsmail Efendinin telkini ile bizi alıp Tokat’ın Gazova’sın da, Büyük Yıldız (Birep) Köyüne götürüyor. Üç günlük yalvarıp, yakarmanın sonunda bizi Kur’an Kursuna kabul ediyorlar ve orada Arapça okumaya başlıyoruz.
Orada geçirdiğim günler benim için en güzel, ilim açısından en kazanımlı, manevi yönden en faziletli zamanlardı. Bir şeyler yazma alışkanlığım o günlerde başlamış olmalı ki, önemli bulduğum duaları, sözleri, Beyit ve şiirleri yazmaya başlamışım. Sanki bir tür kitap yazıyorum edasıyla deftere Hamdele ve Salvele ile başlamış ve defterin ismini de “Ravza’tün Nur” (Nur Bahçesi) koymuşum.
Nur Bahçesi isimli defterden alıntılar: Bedbahtlığın alameti üçtür.
1- İlmi ile amil olmaz. Yani bildiklerini yerine getirmez.
2- Bildikleri ile amel etse bile İhlâs ile yapmaz, Riya ile amel eder.
3- İyi insanların yanında bulunup ta, onlara hizmet edip, saygı göstermez. (Termeli İbrahim Hocadan)
Beyit:
İlim, İrfan meclisinde aradım kıldım talep,
İlim en geride imiş, en ileride Edep. (Hikmet Hocadan)
Beyit:
Âlim ile eyle kelam, Cahile söz mü yeter?
Âlim insan hem gül olur, hem çiçek,
Cahil insan ya şeyh olur, ya Eşek. (Hikmet Hocadan)
Hadis: “Münafığın alameti üçtür.
1- Konuştuğu zaman yalan söyler.
2- Söz verdiği zaman, sözünden döner.
3- Emanete Hıyanet eder.”
Arapça Beyit:
Şeref-ül İnsani bil ilmi vel Edep,
La bil mali vela bin Nesep.
(İnsanın şerefi, mal ve neseple değil,
İlim ve edep iledir.
Arapça Beyit:
Manalen, Men nalen illa bil Edep
Ma sekata, men sekata illa bi terkil Edep.
( Her türlü güzelliğe nail olanlar, edep ile oldular. Her türlü nimeti kaybedip, yüksekten düşenler edebi terk etmeleri İle düştüler.) (Hikmet Hocadan)
Beyit:
Hakkın sillesinin sedası yoktur,
Vurduğu zaman devası yoktur. (İbrahim Hocadan)
Beyit:
Sırrını sır eden, sırrına sultan olur.
Sırrını ifşa eden sırrına kurban olur.
Peygamber Efendimizden Dualar:
“Allah’ım, fayda vermeyen İlimden,
Senden korkmayan kalpten, halis olmayan amelden, kabul olmayan duadan ve doymayan nefisten sana sığınırım.”
“Allah’ım, ilim ile zengin et, Hilm ile tezyin et, Takva ile ikram et, afiyetle mücehhez et.”
“Allah’ım, bütün hatalarımı affet, beni güzel amellere sevk et, güzel ahlaka hidayet et, kötü amellerden beni koru. Beni başka koruyacak yoktur.
Güzel söz:
“El ilm-ü evvelühu mürrun minel basali ve ahi ruhu ehla Minel asel.”
( İlmin evveli soğandan acıdır. Sonu ise
baldan tatlıdır.)
Men tevazaa rafeahüllah ve men tekebbera vazaa hüllah.
(Kim alçak gönüllü olursa, Allah onu yükseltir,
Kim de kibirli olursa, Allah onu alçaltır.)
Kelam-ı kibar:
Gel etme şu dünyaya heves,
Dünya dediğin bir kafes.
Kuş misalidir bu nefes,
Uçar kafesten bir gün.
Âdemoğlunun eğer edepten nasibi yoksa insan değildir.
Zira âdemoğlu ile hayvan arasında ki fark edeptir.
Gözün iyice açta bak, cümle Kelam-üllah edepten ibarettir. (İbrahim Hocadan)
Bana benden olur her ne olursa,
Başım rahat bulur dilim durursa.
“Söylersen bir söz söyle, âlem ibret alsın,
Söyleyemezsen sükût eyle, âlem insan sansın.”
“Sözümü altın ile yazsın, yazan,
Akıbet kendi düşer, el için kuyu kazan. (Suşehir’li Hikmet Aydın Hocadan)
“Ey insan, doğarken sen ağladın, etrafındakiler güldüler,
Öyle yaşa ki, ölürken de, sen gül, etrafındakiler ağlasın.”
İmam-ı Azam’ın sözü:
“Kibirli birine, kibir yapmak sadakadır.”
Hazreti “Ali’nin sözü:
Kim bana bir öğretirse, beni kendine köle kılsın.” (Gürcü Köylü Hüseyin Türk’ten)
Güzel söz:
Kaderde ne var ise O, olur etme firak,
Uyma nefsine Hakkın emrine bırak.
Beyit:
Altından ağacın olsa, Zümrütten yaprak
Akıbet gözünü doyurur, bir avuç toprak.
Arapça Beyit:
Cerahat-üs Siyamü lehel tiyam,
Vela yeltamü ma cerahallisan.
(Kılıç yarasına ilaç bulunur da,
Dil yarasına ilaç bulunmaz.)
Arapça beyit:
Ehaztü naran biyedi vazatüha fi kebedi,
Men eşkeytü ya seyyidi, ahraktü kalbi biyedi.
Kendi elimle ateşi aldım, Onu göksüme koydum,
Kime şikâyet edeyim Ey Efendim.
Kendi elimle yaktım, kendi kalbimi”
(Termeli İbrahim Çelik Hocadan)
Mübarek söz:
“Büyük masiyet (günah) faidesiz geçen zamandır.”
Güzel söz:
Hakkın na mütenahi adı var, en başı Hak
İnsan için ne büyük şereftir, Hakkı tutup kaldırmak.”
Hadis:
“Sabreden fakirler, şükreden zenginlerden evvel cennete girerler.”
Hadis:
“Her şeyin bir yolu vardır, Cennetin yolu da ilimdir.”
Hadis:
“Her derdin bir devası vardır. Kalp hastalığının şifası da Allah-ı zikretmektir. (Yusuf Türk’ten)
Güzel söz:
“Karışma milletin işine, Düşme asla peşine.
Duadan eksik kalma, Devam et kendi işine.”
Kelamı hasen:
Edep bir taç dır emri Huda’dan,
Gey ol tacı emin ol her beladan.
Edep ehli ilimden hali kalmaz,
Edepsiz okusa da adam olmaz.”
Hadis:
Miftahul cenneh, Lailahe illellah
(Cennetin anahtarı kelimeyi tevhittir.
Yani Lailahe illellah’tır.)
Bu hadisi anlatırken Enes İbn Malik buyurmuş ki, “Her anahtarda diş olur. Bu anahtarında dişi dörttür.
1-Yalandan, gıybetten temiz lisan.
2- Hıyanetten, hasetten temizlenmiş bir kalp.
3- Şüphe ve haramdan temizlenmiş karın.
4- Masıyetten temizlenmiş Aaza.
Kibar Kelam.
Kişi ki gitmedi mektep. Ne din bilir, nede Mezhep
Eşeğe altun külah giydirsen. Yine Eşek, yine Eşek.
Güzel söz:
Arabî, Farisi dilin olmazsa,
Eğer bir meslekte elin olmazsa,
Bülbül-e münasip gülün olmazsa
Darı Dünya senin olsa ne fayda.
(İbrahim Hocadan)
Hazreti Ali’den:
Men hasüne siyasetühu, Damet riyasetüh.
(Kim Siyasetini güzel yaparsa, Reisliği, “Başkanlığı” devam eder.)
Hadis:
Bir kimse ki, göksünde Kur’an’dan bir şey yoktur; O kişi harap olmuş ev gibidir.
Kibar kelam:
Kelamın gümüş ise, sükût et olsun zehep,(altın)
Kemal ehli, kemalatı sükût ile buldular hep.
Arapça şiir:
İnneş Şehvete tesırül Müluke abida,
Vessabru Tüsayyirul abde malika.
Ela tera ila kıssatı Yusuf ve Züleyha.
(Şehvet ile Padişah köle olur. Sabır ile de köle Padişah olur.
Bakmaz mısınız, Yusuf ve Züleyha kıssasına.
Tuba limen kane aklühu emiran ve hevahü Esira
Veveylün limen kane Hevahü Emiran ve aklühu Esira.
(Müjde O kimseye ki, aklı emir, hevası esir olmuştur.
Yazıklar olsun O kişiye ki, Hevası Emir, aklı Esir olmuştur.)
Marifet Name’den:
Helak olanlar şu üç nedenle helak oldular.
1-Bi füzulil kelam: Çok konuşma yüzünden.
2-Ve Füzulü Taam: Çok yemek yüzünden.
3-Ve füzulül Menam: Çok uyumak yüzünden.
Güzel Sözler:
Duanın tesiri manasını bilmektedir.
Kıldığı namazdan lezzet almak isteyen, namaz da okuduklarının manasını düşünsün.
Cuma günü edilen vaiz, dinleyen için diğer Cumaya kadar Onu menziline götürecek yakıttır.
İnsanların seni sevmesini istersen gıybet etmekten kaçın.
Beyit:
Ey Müslüman Çobansın, Çoban, Ehlini, ayalini etme kurban
Eğer sende var ise imanla, izan,
Birazda Allah’tan utan.
Marifet Name den:
İnsan Oğlunu dört tane gözü vardır.
İkisi başındadır, bunlarla dünya ve içindekileri görür.
İkisi de kalbindedir. İnsan hayrı murat ettiği zaman, Allah-ü Teâlâ kalp gözünü açar ve gaip âlemini görür.
Beyit:
İnsanoğlu hilebazdır, kimse bilmez fendini,
Her kime iyilik edersen sakın ondan kendini. (Y. Türk)
Şiir:
Fakir halin etme izhar, Halik’ın bilmez mi hiç.
Âleme ihsan eden Allah, Sana da vermez mi hiç.
Gönülden Allah diye ağlarsan,
Gözyaşını silmez mi hiç.
Ta ciğerden ah edersen,
Matlubunu vermez mi hiç.
Kibar kelam:
Ey birader oku ilmi etme şek,
Yedi cahilden iyidir bir Eşek
Eşeğe yüklersin kitap,
Cahile ne söz kar eder, ne hitap.
Kibar kelam:
Âlim ile sohbet, dürü mercan İncidir.
Cahil ile sohbet tende canı incitir.
(Selami Kaynar)
Güzel söz:
Zahiri gözü kör olana, zahiri pislik bulaşır.
O, ise su ile temizlenir.
Manevi gözü kör olana, öyle pislikler bulaşır ki, hiçbir şeyle temizlenmez. (İbrahim Hoca)
Kibar kelam:
Kuluna azap etmez Mevla-sı,
Kulunu çektiği kendi cezası.
Hak ile ilgili sözler:
Hak deyince akan sular durulu,
Hakkın huzuruna ancak Hak ile varılır.
Hak deyince Haksızlar darılır,
Hakkı bilenler, Hak yolunda Hak’ka sarılır.
Hakkı bilen, Haklı olur.
Onun kalbi pak olur.
Kalbi pak olmayanlar.
Sonunda helak olur.
Hakkı tanıyan Hak’ka tapar.
Hakkı tanımayan ise, ters yola sapar.
Kibriya-i azamet Hakka yarar.
Kul olanda bu sıfatlar ne arar.
Güzel sözler:
Sevgi, Allah’ın İnsanoğlunun kalbine koyduğu en büyük nimettir.
En büyük mücahit, nefsini yenen,
En büyük katil kendini öldürendir.
İslamiyet, ifrat ve tefritten hali, bir dini mübin-i âlidir.
Bilirken susmak, bilmezken söylemekten çirkindir.
İnsan için, bildiğini söylememek korkaklık, Bilmediğini söylemekse küstahlıktır.
İnsanın, sözü hikmet, bakışı ibret ve sükûtu ders olmalıdır.
Bu Beyit, eski Paşa Camiinin kapısında yazılı idi:
Camiye her giren vaiz değildir.
Camide konuşmak caiz değildir.
Camide konuşmak kötü bir adet.
Konuşmakla sakat olur ibadet.
Tokat’ta Kur’an Kurslarında okuduğum yıllarda, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin meşhur eseri Marifetname’nin Osmanlıcası elime geçti. İki ay gece uykusundan fedakârlık ederek ve Marifetname’yi geceleri okuyarak bitirdim. Kendime göre önemli gördüğüm yerleri defterime not ettim. Bunların çoğu güzel nasihatler içeren şiirlerdi. İşte örnekler:
Habib-ullah mübarek karnına taş bağladı, yani
Taam isterse karnın, ver ana taşı, verme nan-ı. (ekmek)
Bulan açlıkta bulmuştur, fenadan devleti fakri
Duyan açlıkta duymuştur, rumuzu sırrı Sübhani.
Eren açlıkta ermiştir, huzuru Hazreti Hak’ka
Bilen açlıkta bilmiştir, ilmi bahri İrfanı.
Zayıf et nefsini ta kim, kuvvet kutsi bula ruhun
Hayatı candır açlık, hem memati nefsi şehvani.
Hem açlıktadır, devlet, saadet, izzet ve lezzet
Olur, açlık ehli, halim, selim ve hem siması nurani.
Beyit:
Hikmeti dünya ve ma fiha bilen arif değildir.
Arif Odur ki, bilmeye dünya ve ma fiha nedir.
Her azanın aldığı bir lezzet vardır. Kulağın lezzeti, güzel ses duymaktır.
Gözün lezzeti, latif nesneler temaşa etmektir.
Dimağın lezzeti, çeşitli güzel kokular koklamaktır.
Zevkin lezzeti, tatlı şeyler yemek, içmek, uyumak ve cinsi münasebettir.
Gazabın lezzeti, vurmak, kırmaktır.
Aklın lezzeti, eşyayı anlamak ve manayı tetkik etmektir.
Gönlün lezzeti, kişinin sevdiğine Kavuşmasıdır. Kalbin lezzeti, marifetullah’dır.
Devlet ve saadet Muhabbetullah’dır.
İnsan üç kısımdır:
1- Bu âleme niçin geldiğini ve ne istediğini bilmeyenler. Bu kişilerin üç tane putu vardır, O putlara taparlar. Putlar şunlardır. Yemek, içmek; Uyumak: Cima etmek, yani kadın erkek beraberliğidir. Bu insan ulvi makamlara çıkamazlar. Çünkü bunlar hayvani sıfatlar taşırlar.
2- Bu dünyada ancak kesbi kemalini bilirler. Yani menfaatlerini ararlar. Bu ikinci sınıfında dört tane putu vardır. Bunlardan murat: Hubb-ü dünya, (Dünya sevgisi) Hubb-ü veled, (Evlat sevgisi) Hubb-ü mal, (Mal sevgisi) Hubb-ü cah. (Makam, mevki sevgisidir) Bunlarda ulvi makama rücu etseler de nerde olduklarını bilemezler, gafillerdir.
3- Bu âlemi süfliye tahsili kemal için geldiğini bilenlerdir. Hidayet yolunda olduklarından kendilerini burada misafir kabul ederler. Bu sınıf asli makamlarına nail olurlar.
Üç çeşit yaratılış:
1- Allah-ü Teâlâ Melaikeyi kiramı sırf akıldan yarattı.
2- İnsanları akıl ve şehvetten yarattı.
3- Hayvanatı sırf şehvetten yarattı. Eğer insan aklını şehvetine galip kılarsa, Melaike makamına çıkar, hatta onların makamını da geçer. Eğer şehveti aklına galip gelirse, hayvanat seviyesine iner, hatta “Belhüm edal” hükmünce, belki daha aşağılara iner.
Ehlüllah demişler ki:
O kadar yemek yeki O, seni taşısın.
O kadar yeme ki, sen onu taşıyasın
Öyle yemek ye ki sen onu yemiş olasın.
Öyle yeme ki O, seni yemiş ola.
Çok yemenin zararları on tanedir:
1- Çok yemekle kalp katılaşır ve nurdan uzaklaşır. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: “Çok yemek yiyerek ve çok su içerek kalbini öldürmeyin. Çünkü kalplerde ölür, tıpkı çok yağmurun ziraatı öldürmesi gibi.
2- Çok yemekte, uzuvların fitne, fesadı ve heyecanı vardır. Zira insanın kalbi tok olunca gözü malayani ye bakar. Kulakları onu işitir. Lisanı malayani söyler ve elleri onu tutar ve avret mahalli cinsi münasebet ister. İşte karın öyle bir şeydir ki, O tok olunca beden aç; Karın aç olunca, beden tok olur. Eğer karnına haram yiyecek girerse, bedenden haram söz ve haram iş çıkar. Eğer helal yerse, işi ve sözü malayani den uzak olur.
3- Çok yemekte, anlayış kıtlığı vardır. Yani okuduğunu anlayamaz. Çünkü “Feinnel batana tezhebül fetana” Yani(Karın tokluğu anlayışı giderir) denmiştir.
4- Çok yemek yiyen az ibadet eder. Zira insanın yediği çok oldukça, bedeni ağırlaşır ve uykusu galebe eder.
5- Çok yemek yiyen, ibadetinin lezzetini alamaz. Hazreti Ebu Bekir demiştir ki: “İslam ile müşerref olduğum günden beri karnım doyası yemek yemedim ki, ibadetin lezzet ve halâvetini alayım diye.
6- Çok yemekte harama düşmek vardır. Zira helal şeyler az-az gelir. Haram ise her cihetten çok gelir.
7- Çok yemekte kalbe ağırlık ve bedene meşakkat vardır. Nitekim “Her derdin aslı lokma, her derdin devası açlıktır” denilmiştir.
8- Çok yemekte, şiddeti sekerat, yani ölüm anında zorluk vardır. Hadiste varit olmuştur ki, “Ölüm anının şiddeti dünya lezzeti üzerinedir. Dünya lezzeti de yemek ve içmektir.”
9- Çok yemekte, ahret lezzetinin azalması vardır. Zira dünyadan alınan lezzet kadar, ahret lezzeti azaltılır. Çok yemekte dünya lezzeti olarak kabul edilir.
10- Çok yemekte, ar ve melâmet vardır. Böylece şehvet istenir ve fazilet terk edilir.
Beyit:
Açlık ki, tok eyler kamu azayı,
Açlıkta nefis terk eder dünyayı.
Hem açlık açar rumuzu manayı,
Açlıkta bulur bu can Mevla-yı.
Beyit:
Nefis ehline gerçi açlık olmuştur zindan.
Amma gönül ehlinedir hoş seyran.
Hakkâki taamı dünyadır açlık.
Hem hal ve makamı evliyadır açlık.
Ariflerin yolunun erkânı altıdır.
Az yemek, az uyumak, az konuşmak, Yaşayanlardan uzlet, devamlı zikir ve fikri tamdır.
Beyit:
Bir gece sabreyle, yere koyma başı,
Saadet tacı kona ta başına.
Halk varıp uykuda düşler görür,
Bulmuş uyanık olan keremi Kibriya.
Hak dedi Davud’a benim aşıkım,
Gece uyumaz, bana eyler sena.
Halka erer her gece Haktan hitap,
Kalk ve teveccüh kıl bana bul Huda.
Gecenin son yarısında Mevla şöyle hitap eder: Dua eden yok mu? Kabul edeyim.
İsteyen yok mu? İsteğini vereyim.
Mağfiret dileyen yok mu? Onu bağışlayayım.
Güzel sözler:
Rüyasına ilave yaparak anlatan, Allah-a iftira etmiş olur.
Bir şeyi ayıplayan O ayıba müptela olmadan ölmez.
Lisanı leziz olan, gönüllerde aziz olur.
Çok gülenin kalbi ölür.
Kişi lisanı ile insandır. Fakat lisanı ona düşmandır.
Günümüzde Cuma saatinden önce verilen sala gibi Bayram günlerinde namazdan önce şöyle sala verilirmiş. Bu Salanın yazarının Pehlül dana, olduğu ve Padişah olan kardeşi Harun Reşit-e karşı yazdığı söylenir.
Leysel ıydü limen lebisel cedid,
(Bayram yeni elbise giyenler için olmadı.)
Ve innemel ıydü limen emine minel va’ah, (Bayram ancak Allah’ın azabından emin olanlar içindir.)
Leysel ıydü limen tecezza bil udud,
(Bayram, üzerine koku Dökülenler için olmadı.)
Ve innemel ıydü limen tabe lem yeud,
(Bayram, Tövbesinden dönmeyenler içindir.)
Leysel ıydü limen celese alel bestı,
( Bayram, köşklerde Oturanlar için olmadı.)
Ve innemel ıydü limen caveze alessırat,
( Bayram, sıratı Geçenler için oldu.)
Elem yalem ennellah-e ya Harun-ü reşid, bilmiyor musun?
Ey Harun-u reşit, Muhakkak ki Allah,)
İnnellah-e Ala külli şey’in şehid.
( Allah her şeye şahittir.)
O günlerde çokça söylediğim ilahilerden biri:
Mevla-m senin cehennemin narına,
Birliğini bilen kullar yanar mı?
Fakir esirgeyip merhamet eden,
Hakkiçun verilen mallar yanar mı?
Isıtırlar cehennemin odunu,
Nasip etme lezzetini tadını,
Zikrullah eyleyip bin bir adını,
Tesbih, tehlil eden diller yanar mı?
Üzerinden hevasını kaldıran,
Kendin zapt eyleyip, nefsi öldüren,
Hu Allah dedikçe aklın gideren,
Aşkınla bükülen beller yanar mı?
Süleyman’ım pervan oldum dönerem,
Ecel şarabına bir gün kanaram,
Ben aşk ateşine çoktan yanaram,
Bir kere kül olan yine yanar mı?
Marifet name’den bir Gazel:
Ey gönül kendini vezn etmeğe bir kantar ara bul,
Yürü kantarına halis olan ol ayyar-ı ara bul.
*** ***
Ne kazandın şu Cihan-ı fahri, fenaya geleli,
Serseri gezme boşa, zikreyle Settar-ı ara bul.
*** ***
Saltanat, mülk, konak, bir gün elden gidecek,
Sana bir ev yapacak bakide, Mimarı ara bul.
*** ***
Seni bir gün bu nefis, dost ile düşman edecek,
Yürü dil mülküne bir kumandan ara bul.
*** ***
Koyacaklar seni de bir gün Musalla taşına,
Vakit var iken, başına bir taç-ı kalender ara bul.
*** ***
Kapatırlar seni de haki haraba yalınız,
O, karanlık gecelerde yanına bir yar ara bul.
*** ***
Ümmete farz olan Savm-i, Salât, Haccı Zekât,
O, şefaat şerefi Ahmed-i, Muhtarı ara bul.
*** ***
Ey nesimi ara gör âlemde derdine ilaç,
Saki-i Kevser olan, ol Haydarı ara bul.
İkinci Gazel:
Behey insan şu dünyada, elinde defterin olsun.
O, defter Ruz-i mahşerde önünde rehberin olsun.
*** ***
Gece, gündüz Huda ismi dilinde ezberin olsun.
Seni nardan halas eyler, yükünde cevherin olsun.
*** ***
Behey insan şu dünyada günah işle, sevap işle, orada bellidir,
Kişinin yaptığı isyan, hemen kendine tecellidir,
*** ***
Gelen gider, giden gelmez, hemen orda temellidir,
Gerek tut, gerek tutma sözüm sana tesellidir.
*** ***
Ecel derdidir bu dert, neylesin Lokman-ı Hazik,
Ne mümkün ölmemek ya hu, ölüm demek bize layık,
*** ***
Seni Allah, yakar vallah, yükünde yok ise azık,
Zebanidir atar ara, yakar nara, demezler ki sana yazık.
*** ***
Behey insan şu dünyada, bu dur maksudu İns-ü, Cin,
Ne kimse senden incisin, ne de sen kimseden incin.
ALLAH’IN DİNİNE YARDIM ETMEK!
Kuran-ı Kerim’in Muhammed suresinde şu manada bir ayet vardır: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.” Bu ayetin mealini okuyunca çok düşündüm. “Allaha yardım etmek” ne demek diye. Sonra aynı manayı taşıyan başka bir ayetin Ali İmran suresinde olduğunu gördüm. “Nitekim İsa onlardan küfrü sezince dedi ki, ‘Allah için bana yardım edecekler kim?’ Havariler ‘Allah’ın yardımcıları biziz biz Allah’a inandık, bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza şahit ol’ dedi.” (Ali İmran Suresi, 52. Ayet). Müfessirlerin bu iki ayete yaptıkları açıklamaya bakınca anladım ki “Allaha yardım etmek” demek, “onun dinini yüceltmek, dine yapılan tahribat ve tahrifatı korumak için can ile mal ile cihat etmek” demekmiş.
Allah insanlara serbest irade vermiştir. İnsan ister isyan eder, ister itaat eder. Ancak ikna yoluyla insana itaat yolu açık bırakılmıştır. Zira o serbestlik alanlarda insanlara isteklerini zorla kabul ettirmez. Bilakis nasihat ve muhakeme yoluyla kabul ettirmek ister. İnsanları tavsiye ve nasihatler ile doğru yola ulaştırmak Allah’ın işi olduğundan Allah İslam’ı yaymak ve İslam’ın saffetini korumak için güçlerinin son noktasına kadar çabalayanları, yardımcıları ve dostları olarak adlandırır. Gerçekte bu bir kulun ulaşabileceği en üst derecedir. Çünkü namaz kılarken, oruç tutarken ve bunlar gibi diğer ibadetleri yaparken insanın konumu sadece kul olmaktır. Fakat insan Allah’ın dininin yayılmasına ve yaşanmasına çalıştığında “Allah’ın dostu ve yardımcısı” olmak gibi eşsiz ve yüce bir konuma yükselmektedir. Bu da bir insanın bu Dünyada ruhi yücelme ile kazanabileceği en yüksek makamdır. Zaten Allah’ın dinine yardım eden, “emri maruf nehyi münker” yapan bir topluluğun olmasını yine Ali İmran Suresi 104. ayetinde açıkça emrediyor: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Böyle bir topluluğun oluşmasını müfessirler farz-ı kifaye kabul etmişlerdir. İyiliği emretmek Kuran-ı Kerim’de sekiz ayette geçer, münker (kötülük) kelimesi ise on altı ayette geçmektedir.
İslam ahlakına göre toplu yaşamak zorunda olan insanlık bu yaşayışı uyumlu olarak sürdürebilmesi için iyiliğin hâkim kılınması şarttır. İslam’da her fert iyiliğin hâkim olması, kötülüğün cemiyetten temizlenmesi için çalışmak mecburiyetindedir. Bu faaliyet yine Kuran-ı Kerim’de Allah’ın emrini yerine getirmek ve “yeryüzünde Salih kulların hakim olmasına”(Enbiya Suresi, 105. ayet) hizmet için yapılmalıdır. Hazreti peygamber bu görevin önemimi ve kapsamını şöyle anlatır. “Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder kötülüğe engel olursunuz ve zalimin iki elini tutup onu hakka çevirir doğru yola zorlarsınız veya (bunu yapmazsanız) Allah sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerin kine benzetir ve daha önce İsrail oğullarına olduğu gibi size de lanet eder.” (Ebu Davut) Yine peygamber efendimiz başka bir hadis-i şerif’te konu ile ilgili olarak normal şartlarda her Müslüman’a görev yüklemektedir.”Bir kötülük gören kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmeyen diliyle karşı çıksın. Bunu da yapamayan kötülüğe kalbiyle buğz etsin ki artık o da imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Tirmizi)
İyiliğe arka çıkıp kötülüğe karşı koymak ağır olduğu kadar da değerli bir görevdir. Ancak insanları iyiliğe çağırıp kötülükten men edenler evvela kendileri doğru bir yaşantı içinde olmalıdır ve bazı özelliklere sahip olmaları şarttır.
1.) Bu kimselerin her şeyden evvel güç ve kudret sahibi olmaları gerekir.
2.) İyiyi kötüden, hayrı şerden ayırt edebilecek derecede bilgi sahibi olmaları lazım.
3.) İyi ahlak sahibi olmaları şarttır.
4.) Cahil olmamaları elzemdir. Çünkü cahiller iyiliğe diye kötülüğe çağıra bilir, kötülükten men etmek için hayra mani olabilirler, yumuşak davranılması gereken yerde sert ve sert davranılması gerektiğinde yumuşak davranabilirler.
5.) Bu görevlerin tatlı bir üslup ile yapılması, görev yapılırken gönül kırmaktan ve fitne çıkarmaktan sakınılması gerekmektedir.
ALLAH’I BİLMEK!
Allah adın zikredelim evvela.
Vacip oldu cümle işte her kula.
(Süleyman Çelebi)
Bütün Mükevvenatı yoktan var eden, varlığından bizleri haberdar eden, kendisine inanmamızı dünyaya gelişimizin gayesi kılan, şanı büyük yüce Allah’ı ne kadar bilip tanıyoruz? Bir kimse Allah hakkında bildiklerini söyle veya yaz dese kaç cümle söyleriz? Kaç satır yazı yazarız? Allah hakkında bilmemiz elzem olanlar nelerdir? Akait âlimlerimiz bize Allah’ı nasıl tanıtmışlar? Yanlışa düşen tanımlar var mı? Bu sorulara ve daha birçok soruya cevap aramamız gerekiyor.
Evvela Allah lafzının kelime yapısını ve manasını anlayalım. Arap dili uzmanlarına göre Allah lafzı her hangi bir kökten gelmemiş gerçek Mabudun özel adı olarak kullanılmıştır. Bazılarına göre ise “İlah” kelimesinin önüne lamı tarif getirilmiş ”El İlah” olmuş Arapça dil kurallarına göre söylenmesi kolay olsun diye ortadaki “Elif” kaldırılmış iki lam birbirine idğam edilerek kalın sesli okunmuş ve bugünkü söylendiği gibi Allah lafzı oluşmuştur. İlah kökünden çıkış manası ise Tapınılan, Yüceliği karşısında hayrete düşülen, Gönülden bağlanılan, Sığınılan gibi manalar içerir. Ancak ilah lafzı hak olan Tanrı için kullanıldığı gibi batıl Tanrılar içinde kullanılmıştır. İlah kelimesinin çoğulu “Alihe”dir. Hâlbuki Allah lafzının çoğulu yoktur. Allah lafzının hiçbir dilde tam karşılığı da yoktur. Arapça İlah, Türkçe Tanrı, Farsça Huda, İngilizce God, Almanca Got Allah kelimesi gibi özel isim değildir. Bunlar İlah, Mabut, Rab gibi cins isimlerdir. Başka bir varlığa Allah ismi verilmez, Allahın adaşı yoktur.
Yüce yaratıcının ismi azamı olan Allah lafzının her harfi O’nu ifade eder. Allah lafzından birinci harf olan elifi kaldırsak “Lillah” olur yine yaratıcıyı ifade eder. Birinci lam’ı kaldırsak “Lehu” kalır yine O’na işaret eder. İkinci lam’ı da kaldırsak “Hu” olur zamir olarak Allah’ı gösterir.
İnsanlar Allahın zatını, Hakikat ve mahiyetini bilemezler. O’nu eserleri ve eserlerinin delalet ettiği sıfatları ve isimleri ile tanıyabilirler. Allah’ın eserleri isimlerine, isimleri sıfatlarına, sıfatları da zatına delalet eder. Allah’ın isim ve sıfatlar zatı gibi ezeli ve ebedidir. Zatı ile birlikte vardır. Sıfat ve isimleri zatının ne ayrıdır, ne de gayridir.
İslam bilginleri Allah ismini şöyle tarif etmişler;”Allah varlığı zorunlu olan, bütün övgülere layık bulunan zatın adıdır.” Tarif deki (Varlığı zorunlu olan ) cümlesi Allahın yokluğunun düşünülmeyeceğini, var olmak için başka bir varlığın desteğine muhtaç olmadığını, dolaylı olarak onun kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu ifade eder.
Allah inancı ilkel dinlerde ve diğer inanç sistemlerinin hepsinde vardır. Yaşanılan en düşük kültürü ve beşeri hayatın en kaba şekline rastlanan Avustralya’nın doğusundaki ilkel kabilelerde yapılan çalışmalar da gösteriyor ki, oralarda da yüce bir varlığa inanıyorlar. Varlığı kendinden olan, göklerde ikamet eden, lütuf kar ve ezeli bir tanrıyı kabul ediyorlar.
Asurlularda, Çin’de, eski Mısır dininde, eski Yunan’da, Hint dininin eski metinlerinde hep bir yaratıcı tanrı fikri mevcuttur. Bozkır Türk topluluğunun asıl dini gök tanrı inancı ve ona ibadettir. Bu inanç sisteminde “Tengri” yaratıcı ve mutlak kudret sahibi bir varlık olarak görülür. Yüceliğin belirtmek için “semavi” olarak nitelendirilmiş gök Tanrı diye anıla gelmiştir. İnsanların mukadderatını tayin eden, hayata doğrudan müdahale eden, emreden ve emrine uymayanı cezalandıran; Tanrı hayatın ilkesi olarak kabul edilmiş ölüm de onun iradesine bağlanmıştır. İnsanlar fani O ise ezeli ve ebedidir. Bütün bu vasıflarla beraber Tanrı tekdir. Nitekim Türklerin İslam dinini kısa zamanda ve kitleler halinde benimsemelerinde eski inançları ile İslam’da ki Tanrı birliği ilkesi de etkili olmuştur.
İslam öncesi Arap inancında birçok put olmasına rağmen onların üstünde bir yüce Tanrı inancı taşıdıkları bir gerçektir. İnandıkları yüce yaratıcıya Allah, Aziz, Âlim ismini veriyorlardı. Bu, kâinatı yarattığına, güneşi ve ayı belli bir nizama bağladığına, yağmuru yağdırdığına iman ediyorlardı. Fakat putları o gerçek yaratıcıya ortak koşuyorlardı. Allah adına yemin ediyorlar, sıkıntılarında ve tehlike anında ona sığınıyorlar ve onu Kâbe’nin Rabbi kabul ediyorlardı. Putların gerçek yaratıcı ile aralarında şefaati olacağına ve kendilerini Allah’a yaklaştıracağına kani idiler.
Temelde tek tanrı inancına dayanan Yahudilik ve Hıristiyanlık da önceleri Tevrat ve İncil’e dayanan tek Allah inancı üzerine kaim iken sonraları Yahudiler tahrif ettikleri Tevrat ile ırki bir Allah inancına kaymışlardır. Hıristiyanlar da eski Avrupa inancında var olan teslise inanmışlardır. Araplarda ki tek Tanrı inancı aslında Hz. İbrahim’den gelen Hanif dinine dayanır. Zaten peygamberimizin ve birçok Arap kabilesinin soyu Hz. İsmail ve Hz. İbrahim’e ulaşmaktadır. Kuran-ı Kerimde Hz. İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyan olmadığı tek Allah inancı taşıyan Hanif inancı üzerine olduğu vurgulanır. Bütün semavi dinlerin değerlendirmesine göre peygamberler içinde önemli bir yeri olan Hz. İbrahim’in dinine sadık kalan tek din, son peygamber Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslamiyet’tir.
ALLAH’IN VARLIĞI VE İSBATI
İnsanlık âlemi en eski zamandan beri üstün bir kudrete inanmış ve ona tapınmıştır. Bu duygu yani Allah inancı insanlarda yaratılıştan vardır. İnsan kendisini anladığı, tanıdığı yani akıl baliğ olduğundan itibaren üstün ve her şeyi kuşatan bir yüce kudrete teslim olmak, ondan ilham almak, ondan yardım dilemek, hayır ve şer ne olursa ondan bilmek hissini, inancını içinde taşımış ve O yüce kudrete korku, ümit ile bağlanmıştır. Onun önünde diz çökmüş, secdeye kapanmış, yalvarmış, ibadet ve kurbanlar ile O’na yakınlaşmak istemiş, her türlü zarardan korunmak için O’na sığınmış ve iman etmiştir. Dağ başında doğan medeniyetten habersiz bir insan bile kendi aklıyla Allahın varlığını, birliğini bilmek zorundadır. Kâinattaki akıllara durgunluk veren düzeni gördükten sonra bu düzeni sağlayan bir ve eşsiz yaratıcıyı bilmesi ve inanması mecburidir. “Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın varlığında şüphemi vardır?”(İbrahim 14 )
Allah inancı insanda doğuştan var olması nedeniyle İslam âlimleri Allahın varlığına dışarıdan delil aramayı gereksiz görmüşlerdir. İnsan iç ve dış âlemde Allahın varlığına delalet eden şeylere bakarak Allah’ın varlığını bunlardan anlayabilir demişlerdir. Zaten insanın kendi yaratılışı da bizzat Allah’ın varlığına en açık bir delil teşkil etmektedir.
Allah’ın varlığını tanımanın yolları ve O’nun varlığının delilleri pek çoktur. Şu kadar diye sınırlandırma yapılmaz. Gelişen Fen ve Teknik yeni-yeni delilleri önümüze koymaktadır. Şu ana kadar tespit edilen delilleri şöyle sıralaya biliriz.
1.)Kuran’ı kerim ile ispat:
Kuran-ı kerimde Allah tela’nın daha çok sıfatları zikredilir ve insan aklı şu noktalara dikkat çekilir.
a) Büyük bir kudret ilim ve hikmet eseri olarak yaratılan insan vücudu, organları, fonksiyonları göz önüne getirilerek Allah’ın varlığına ulaşmak.
b) Yürüyeni, sürüneni, iki ayaklısı, dört ayaklısı ile sonsuz bir kudretin eseri olarak hayvanlar âlemini gözleyerek Allah’ı tanımak.
c) Bozulması ve aksaması olmayan mükemmel bir düzende işleyen yer küresi, dağlar denizler, gökler ve yerin birbiriyle ahengi; Yerin mevsimden mevsime değişmesi, yer kürenin hayatı taşıması, insanın barınması için elverişli olması, yer küreyi koruyan atmosfer, acı ve tatlı suların denizlerde bulunması bunların hepsinin insanın hizmetine verilmesi yine Allah’ın varlığına işaret eden delillerdir.
d) Bütün canlıların özünü teşkil eden suyun müjdecisi bulutlar ve rüzgâr, ölmüş toprağın yağmurla dirilmesi, yiyecek ve içecek vermesi, insanların ihtiyacını karşılayan ateş vs. düşünerek Allah’ın varlığını bilmek.
e) Ay, güneş, yıldız ve gezegenlerin bağlı bulunduğu değişmez nizam, gündüzün insan geçimine gecenin istirahatına vesile olması, güneşin ayın ve gezegenlerin bağlı bulundukları ince kanunlara harfiyen uymaları bir yaratıcıya bir idareciye işaret eden delillerdir.
f.) İnsanların, yiyecek, giyecek ve her türlü eşyanın naklinde emrimize amade kılınan Gemiler, Yüce dağların arasındaki geçitler, Denizlerden çıkarılan gıdalar ve ziynetler düşünerek yaratıcıyı bulmak.
2.) Fıtrat delili:
İnsan normal olarak kendi güç ve kuvvetinin üstünde kudret sahibi bir yaratıcıyı kabul eder. Bu kabulleniş bazen gaflet, inat ve kibirle körelebilir. Fakat hiçbir zaman tamamen yok olmaz. İnsan her başı sıkıştığında ve üzüldüğünde bir İlah’a sığınır. O’na dua eder ve ondan niyazda bulunur. Bu davranışı fıtratının gereğidir. “İnsana bir sıkıntı eriştiği zaman yan üstü, yatarken, otururken, ayakta dururken bize dua eder fakat sıkıntısını giderdiğimiz zaman sanki sıkıntısının giderilmesi için bize dua etmemiş gibi çeker gider.” (Yunus 10 )
3.) Hudus delili:
Kelamcıların en meşhur delili şöyle ifade edilir. Âlem Hadistir ( Yoktan var edilmiştir.) Sonradan meydana gelmiştir. Yani varlığından önce yokluk vardır. Her Hadisin bir muhdisi (Her var olanın, bir var edicisi, meydana getiricisi) vardır. Âlemin Muhdisi yani yaratıcısı da Allah’tır. Hadis-i meydana getiren Muhdisin yani yoktan var edileni var edeninde bir başka Hadis varlık olması düşünülemez. Çünkü bu durumda sebep ve illetin sonsuza kadar uzayıp gitmesi gerekir. Akıl ise böyle bir şeyi kabul etmez.
4.) İmkân delili:
Âlem Mümkün’dür. Çünkü cüzlerden meydana gelmiştir, cüzlerden meydana gelen ( Mürekkep olan ) şey vacip olmaz zira vacip Mürekkep değildir. Mümkün varlığı ile yokluğu eşit olandır. Mümkün var olduğuna göre onun varlığını yokluğuna tercih eden bir Müessir mevcuttur bu Müessirde Mümkün olursa onunda bir müessiri olacaktır, Böylece Devir ve zincirleme oluşacaktır ki bunların olması da batıldır. Veya bir Vacib-ül vücuda varılacaktır. O’da Cenabı haktır. Öyle ise Mümkün olan âlemin yaratıcısı Allah’ü Teâlâ’dır.
5.) Nizam delili:
Tabiatta ve onda cereyan eden olaylarda büyük bir ahenk, şaşmaz bir düzen vardır. Biz bu nizamı duyularımızla idrak ediyoruz. Âlemdeki bu nizam tam akıl ve tam bir bilgi sahibi bir illetin eseridir. O halde Kâinat Âlim ve Akıl sahibi olan Allah’ü Teâlâ’nın eseridir. Bu delil hem avamı hem de İlim sahiplerini tatmin eder. Çünkü ulu yaratıcının bunca yaratıklarına herkesin görebileceği, sezebileceği hikmetler vermesi bunu gerektirir. Kâinata baktığımız zaman onun kanunlar ve gayeler manzumesi olduğunu görürüz. Bu ince kanunlara ve hesaplara kör tesadüf demek mümkün değildir. Onları düzenleyen ve varlıkların hizmetlerine sunan akıl, idrak ve hikmet sahibi bir yaratıcının bulunması zaruridir.”Gökte Burçlar var eden orada ışık saçan güneşi ve aydınlatan ayı yaratan Allah yücelerin yücesidir. (Furkan65) “Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın, sen münezzehsin, bizi ateşinden koru derler.(Ali İmran 191
6- Beşer tarihi delili:
İnsanlık tarihine baktığımızda görülür ki yeryüzünün Irkları, Memleketleri, Din ve Mezhepleri ayrı, ayrı olmasına rağmen bütün milletlerin ortak yönü bir yaratıcının eserlerini müşahede etmişler, ezeli ve kadim bir yaratıcının varlığını kabullenmişler ve o’na tapmışlardır. Nereye gidilirse gidilsin kaba ve basit bir şekilde de olsa bir Din ve Tanrı fikrine rastlamak mümkündür. Her devirde hurafeler, sapmalar olmuş ama insan da tanrı fikri hep var olmuştur. Hatta en Allah tanımazı bile darda kalınca taşa, toprağa, ağaca değil kendinden üstün bir varlığa sığınmıştır. İşte memleketleri, milletleri, kültürleri ayrı olmasına rağmen daima var olan Tanrı fikri ve Din duygusu Allah’ın varlığının delillerindendir.
7-Yaratma delili:
Çevremize baktığımızda bütün varlıkların yaratılmış olduğunu görüyoruz. Cisimler önce cansızken, sonra hayat, akıl ve şuur’un yaratıldığını görüyoruz. Her yaratılanın bir yaratıcısı olması icap eder öyleyse bu yaratılmışların da ezeli bir yaratıcısı vardır. O da cenabı hak tır. Kur’an-ı Kerimde ki birçok ayet yaratılmayı anlatır. Onlardan iki örnek; “Öyle ise insan neden yaratıldığına bir baksın. O erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasından atıla gelen bir sudan yaratılmıştır.”(Tarık 86)
“Ey insanlar bir misal verilmektedir. Şimdi onu iyi dinleyin. Sizlerin, Allah’ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler bir sinek bile yaratamazlar, sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyende, istenende, acizdir.” (Hac 22)
8-Hareket delili:
Bizler Kâinatta hareket eden şeyleri tecrübelerimizle görüyoruz, biliyoruz. Her hareket edenin bir hareket ettiricisi vardır. Bu hareket ettiricinin kendisi de hareket halin de ise onu da hareket ettireni vardır. Çünkü hiçbir şey kendiliğinden hareket edemez. Böylece hareket edenler ve ettirenler zincirini geriye doğru nihayetsiz sürdürmek doğru değildir. O halde bir ilk hareket ettiren vardır. O’da varlığı gerekli olan yüce Allah’tır.
9-Kemal delili:
Dekart (1596–1650)’in benimsediği bir delil vardır. O şöyle der. “Bende bir kemal tasavvuru vardır. Bunda hiç şüphe yoktur. Bu tasavvur bana benden gelmez çünkü ben eksik varlığım. Bu düşünce bana yoktan da gelmez zira yok illet olmaz. hiçbir şeyi meydana getiremez. Bizi kuşatan âlem de eksik olduğundan bu kemali tasavvuru oda meydana getiremez. O halde kemal tasavvuru bana ancak en kâmil varlık olan yüce yaratıcıdan gelir.” Bu delili Dekart’tan yıllarca önce yaşamış olan ünlü İslam düşünürü Farab-i de dile getirmiş ve adına “Ekmel varlık delili” demiştir.
10-Sonsuzluk delili:
İnsanda bir sonsuzluk fikri vardır. İnsan daima sonu olmayan bir varlık tasavvur eder. Bu fikir insana kendinden gelmez çünkü kendisi sonludur. İnsanın dışındakilerden de gelmez zira onlarda sonludur. Sonsuzun illeti sonsuz bir varlık olur. Bu sonsuzluk fikrini insana telkin eden bir sonsuz varlık vardır O’da Allah’ü Teâlâ’dır.
11-Sufiyye delili:
Sofiler Allah’ın varlığı hakkında düşünmeyi uygun bulmazlar, bu noktada aklın insanı yanıltacağını söylerler. İrfan, Marifet ve Mükaşefe yoluyla ruhi bir tecrübe ile İlahi bilgileri elde ettiklerine inanırlar. Sofilere göre insan tarafından en açık vazıyette bilinen Allah’tır. Bunun için Allah’ın varlığını ispata gerek yoktur. Zira açık olan şey açıklanamaz. Diğer taraftan açık olarak varlığı kabul edilen Allah şüpheli deliller ile ispat edilemez. Onlara göre mukayyet, eksik ve sonradan yaratılmış bir varlığa dayanarak Mutlak, Kamil ve Ezeli varlık hakkında tam ve gerçek bilgiye sahip olunamaz.
Akait ve kelam kitaplarındaki geçmişte verilen delilleri böyle özetleye biliriz.
KÂİNAT NEDEN YARATILDI?
Soruyu anlamak için biraz açmak gerekiyor. Kâinatın niye, niçin yaratıldığını değil, neden, hangi şeyden yaratıldığı sorusuna cevap arıyorum. Bu soruya insanoğlu var olduğu günden beri cevap aramış fakat herkesin kabul edebileceği veya bilimsel deliller ile ispat edilmiş bir cevap bulamamıştır. İnsanlık tarihinden günümüze kadar en çok müntesibi bulunan Hinduizm’e göre bu sorunun cevabı şöyledir.
“Başlangıçta mutlak varlık olan Brahma vardır” ve şöyle anlatır: “Evet oğlum başlangıçta ikincisi olmayan tek varlık vardır. Bu tek varlık kendi kendine düşündü ( Çoğalayım, gelişeyim ) dedi. Böylece kendisinden evreni yarattı ve her varlığın içine girerek gizlendi, her şeyin özü oldu. Bazıları başlangıçta hiçbir şeyin olmadığını ve evrenin bu hiçlikten, yokluktan olduğunu söylerler. Fakat böyle bir şey nasıl olur var olmayan şeyden var olan şey nasıl meydana gelir?” Yaratılan bu âleme Hindular maya derler. Maya gerçekte olmayan, hayal olan demektir. Gerçek olan Brahma’dır. Ölümsüz ve gerçek ruhtur. Brahma’dan çıkan maya (evren) ateşten çıkan sıcaklığa benzer, sıcaklık ateş değildir ama ateşten çıkar ve ateşin olmadığı yerde sıcaklık ta olmaz. Bu husus Hinduizm’in geleneksel kitabı olan Upanişatlar da şiirsel olarak şöyle dile getirilir.
Gördüğümüz her şey tanrı ile doludur.
Görmediğimiz şeylerde tanrı ile doludur.
Var olan her şey tanrının tecellisidir.
Her şey ondandır, ancak o, daima aynıdır.
Anlaşıldığı gibi Hinduizm’in Kâinat tasavvuru yoktan yaratma olmadığı gibi ezelden var olan, kadim olan, varlıktan da türemiş değildir. Kâinatın meydana gelişi Tanrıdan yani mutlak varlık Brahma’dan sudur ile olmuştur. Bu Sudur sonucu tek-tek meydana gelen nesneler birer hayali görüntüden ibarettir. “Bu kâinat tasavvuruna Panteizm (Tüm tanrıcılık) denir. İslam da ki Tasavvuf anlayışına en çok tesir eden fikir akımı bu inanış olmuş İslam akaidine zıt olan vahdeti vücut fikri günümüze kadar böylece gelebilmiştir.” (B. Çöl)
Yunan düşüncesine göre “Yoktan yaratma “ mümkün değildir. Yunanlılara göre böyle düşünmek saçmadır. Zira yoktan hiçbir şey çıkmaz, ancak yine yok çıkar. Bu düşünce semavi dinlerin getirdiği yoktan yaratma inanışını kabul etmez. Yunan felsefe geleneğinin atası kabul edilen Tales’e göre ilk ve ana madde ( su) dur. Ona göre su meydana gelmemiş ve yok olmayacaktır. Her şey ondan meydana gelmiştir ve yine ona dönecektir. İlk madde (su) kadimdir.
Yine Yunan düşünürü Platon’a göre kadim olan ilk madde vardır ve tanrı belli belirsiz bu maddeye bakarak, tesir ederek nesneler dünyasını yaratır. Platon’un bu yaratma fikride yoktan yaratma değil tesir etmedir.
Aristo’ya göre ilk maddenin adı Hyle’dir. Yunan felsefecilerinin etkisinde kalan İslam düşünürlerine göre bu ilk maddenin ismi Heyula olmuştur ve Aristo’ya göre yaratma tesir etme iledir.
Daha sonraki Plotinos ise, “Mutlak olan bir varlık vardır. O birdir ve tanrıdır her şey ondan sudur etmiştir Yukardan aşağı varlıklar sıra düzeni meydana getirerek nesneler dünyasına kadar inmiştir” der.
İslam felsefecisi olarak ismi geçen bilinen şahıslar bu Yunan düşünürlerin tesirinde kalarak kadim varlığa, yani Heyula-ya inanmışlardır. Bu fikre tek karşı çıkan İslam düşünürü Eklindidir. O, yoktan yaratma fikrini savunmaya devam etmiştir. Türklerin kâinat anlayışında da yoktan yaratma yoktur. Fakat tek Tanrı inancı vardır. Günümüz semavi dinlerinin yaratılış anlayışına yakın bir inanışları vardır.
“Dünya bir deniz idi ne gök vardı ne bir yer…
Uçsuz, bucaksız, sonsuz sular içindeydi her yer
Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak
Uçuyor arıyordu katı bir yer, bir bucak
Göklerden gelen bir ses Ülgene buyruk verdi.
Tut önündeki şeyi hemen yakala dedi
Denizden çıkan bir taş fırladı çıktı yüze
Hemence taşı tuttu bindi taşın üstüne”
Tarihi inanışlar yukarda anlatıldığı gibi günümüze gelinceye kadar Âlemin kaynağı ve oluşu konusunda iki tane inanç modeli oluşmuştur.
1-)Yaratılış modeli
2-)Evrim modeli
1.Modelin izahı şöyle yapılıyor. Şuurlu bir varlık tarafından yaratılan, sürekli genişleyen, mekân yönünden bizce sonu görülmeyen zaman yönünden sınırlı (Hadis) bir kâinat tasavvuru.
2.Madde ise yaratılışa dayanmayan mekân ve zaman yönünden sınırsız(kadim) sürekli genişleyen bir kâinat modelini savunan “evrim”(tekâmül) teorisi.
İnsanoğlu hiçbir şeyi anlamsız ve izahsız bırakmak istemez. Sınırsız araştırma, öğrenme, anlama merakı vardır. Bunun neticesi olan birikime ilim denir. Ancak ilme ulaşma yolları beş duyu ve o beş duyunun çeşitli cihazlarla donatılması ile görüntüye ulaşma neticesinde elde edilir. Hâlbuki kuran-ı kerimde Cenabı Allah insanoğlunun önüne sınır koymuştur. Ne kadar çabalasa son noktaya ulaşması pek mümkün görünmüyor. “Ben göklerin, yerin ve kendilerinin yaratılmasında onları şahit kılmadım.(Kehif51)” “Onlar yaratılmalarına tanık mı oldular.(Zuhruf19)”
Yukarıdaki ayetlerden de anlaşıldığı gibi kâinatın yaratılış ve oluş anı, insanın olmadığı bir dönemdir. Kesin olarak bilinen bir şey varsa oda kâinatın üzerinde canlıyı taşıyıp barındıracak durum hâsıl olduktan sonra insan yaratılmıştır. Yaratılışın aydınlatılması hususunda ele aldığım bu kısa yazı Allah kâinat ve insan arasındaki ilişkiyi ortaya koymak içindir. İnsan hafsalası’nın kavrayamadığı kadar uçsuz, bucaksız bir mükevvenatın tesadüf ve tekâmülün eseri olmayıp gerçek ve kâmil bir şuurun yaratması neticesinde olduğunu kavramak ve kabullenmek imanımızın gereğidir.
Bu araştırmalarla beyin jimnastiği yaptığımızda şu cümleyi kullanmaktan kendimi alamıyorum. “Ne kadar çok, az şey biliyoruz.
Not: Yukarıdaki yazı Prof. Dr. Hüseyin AYDIN’IN yaratılış ve gayelilik eserinden istifade edilerek yazılmıştır.
YARATILAN İLK MADDE NE İDİ?
Semavi dinler evveli olmayan “Kadim maddeyi” kabul etmez, felsefeciler ise ilk maddenin varlığını savunurlar. Kozmolojinin “ Kozmos” maddesi dediği temel bir maddenin varlığı varsa ne türden bir varlık ve neye sahip olduğu insanoğlunun çözemediği bir meseledir. Diğer yönden kâinatın “ Kadim” ( öncesiz ) veya “ Hadis” (sonradan meydana gelmiş) olduğu meselesini de çöze bilmek için ilk maddenin ne olduğunu bilmek gerekiyor.
Varlığın ilk maddesi olarak uzun zamandan beri kabul edilen atomun parçalara ayrıldığı, başka maddelerden mürekkep olduğu, atomun parçaları olan proton, nötron ve elektron’un atoma göre daha öncelikli, daha temel unsurlar olduğu bugün bilinen gerçeklerdir. Günümüz fizikçileri zerrecikler diye adlandırdıkları proton ve nötronun da bir başka zerrecik olan kuarklardan meydana geldiğini bildiriyorlar. Ama proton ve nötrondan sonra kuark’lara varana kadar mozon, pion ve muon’ların varlığı keşfedildi. Öbür taraftan varlığın içindeki faaliyet’in gerçekleştiricisi, ışığın ve elektromanyetik işlemlerin taşıyıcısı foton var ki bunun hızına ışık hızı deniyor. Saniyede yaklaşık üç yüz bin kilo metre olduğu kabul ediliyor. Buda taşıyıcı olarak kabul ediliyor. Yine maddedeki çekme itme işlemini yapan bir zerrecik var ki buna da graviton deniyor 1978 de bulunmuş.
Bugün etkileri sayesinde varlıklarına şahit olduğumuz kuarklar birer madde kütlesi midir? Yoksa birer enerji dalgası mıdır? Tam olarak bilinemiyor. Soruların her iki yönünün de doğru olduğunu söyleyenler vardır. Bugün fizik çalışmaları tabiat gerçeğini iki görünümde değerlendirmektedir.
Işık ve Madde: Işık dalgalardan, madde ise atomlardan meydana gelmiştir. Kuantum teorisine göre atom-altı dünyayı teşkil eden zerrecikler karşılıklı etkileşim içinde olan enerji kümeleridir. İzafiyet teorisine göre ise “ madde enerjinin çok yoğun halidir.” Bu teoride gösteriyor ki enerji her şeyin temelidir. Bu konuda Carl Sagan şöyle demektedir. “Atomlar genellikle boşluktan ibarettir, madde temelde hiçbir şeyden meydana gelmiş değildir.” Madde dediğimiz varlık elektrik enerjisinden ibaret olan atomların bir birleşime ulaşmasıdır. Şu halde inkârı mümkün olmayan gerçek şudur ki oda enerji madde dönüşümüdür. Varlığın temelinin enerji olduğu görüşü müspet ilmin tecrübe ve gözlem metotları ile desteklenmiş ve doğrulanmıştır.
Konumuz dışındaki bu bilgileri vermemin maksadı yoktan yaratılmaya yol aramak ve imanımıza mesnet bulmak içindir. Maddenin temeli enerji olunca temel varlığın manevi yanının da yokluk olduğu ortaya çıkıyor çünkü varlıklar maddi görünümden kuarklara geçince enerji ( manevi ) hal alıyor dolayısıyla kayıp, yokluk alanına geçiyor. Zaten günümüz fizik araştırmaları kuarkların varlığına ulaşmış ama mahiyetine inememiştir. Onların temelinde ne çıkacağı da meçhuldür. Şu sorular insanoğlunun önünde elan durmaktadır. “ acaba kuarklar varlığın en son yapı taşlarımıdır? Yoksa daha temel zerrecikler var mıdır?
İslam da yaratma: Gerek Kur’an- Kerimde, gerekse Hadisi Şeriflerde kâinatın neden ( hangi şeyden ) yaratıldığına dair açık bir ifade ve işaret yoktur. Yani İslam ilk madde ana madde diye bir varlıktan söz etmemiştir. Diğer yönden yaratmanın varlığa çıkmasını yüce Allah detaylı bir şekilde anlatmamış başlangıç süresi bilgisini insana vermemiştir. Çünkü yaratıcı insana zaman ve mekân kanunlarına tabi gerçek Dünyanın bilgisini hazır olarak vermemiştir. İnsanoğlu kıyamete kadar bu sırrı çözmek için gayret edecektir. Eğer bu bilgiler baştan insanoğluna verilmiş olsaydı ve sonradan tecrübe ile elde edilen bilgiler ile sabit olsaydı insanoğlunun Allaha inanmak gibi yükümlülüğü olmazdı ve Dünya hayatı bir imtihan yeri olmaktan çıkardı. Diğer taraftan varlığın yaratılışının bilgisi baştan hazır olarak insana verilseydi kendi tecrübe ve denemesi ile ilk gerçeğe ulaşması pek mümkün olmazdı. Vahyin aksini araştırması küfür olurdu. Hâlbuki yüce Mevla bu konuda insanları hür bırakmış, kâinat zaman ve mekân içindeki oluşumunun nasıl gerçekleştiğinin tasvirini yapmaya cevaz vermiştir.
İslam Dini Kur’an-ı Kerime dayanarak bu konudaki iman esaslarını şöyle özetler. “Allah kâinatı yoktan yaratmıştır.” Sade bir mümin Yüce Allah-a elini açıp yakarışında “ Ey âlemleri yoktan var eden Ulu Allah’ım” diye hitap ederek duasına başlar. Fakat Kur’an-ı Kerimde “yok” yani yoktan yaratma kavramları doğrudan geçmez, ancak Allahın fiilleri olarak kabul edilip yorumlanan “Halk, İbda, İnşa, İhdas, Fatr, İcat” gibi kavramların lügat anlamlarının tahlili ile “yoktan yaratma” düşüncesi İslam dinine bir iman esası olarak ortaya çıkmaktadır. Mesela “Halk” bir şeyi yoktan benzersiz ve modelsiz yaratmak olarak tarif edilir. Bu fiil Kur’an-ı Kerimde sadece Allah için kullanılmıştır. Yani yoktan yaratıcı sadece Allah’tır. Kur’an-ı Kerimde ki şu ayetler bu manaları ifade etmektedir. “Allah’tan başka yaratan mı var?” (fatr 3) Yaratma fiilinin sadece Allah’a ait olduğunu gösteren diğer bir ayette şöyledir. “ Haberiniz olsun ki yaratmak (Halk) ta, emir de O’na mahsustur.” (Araf 54) Allah her canlı varlığı sudan yaratmıştır.” ( En nur 45 )
Aynı anlamlara gelen “Bed, inşa, fatr, ihdas” gibi fiillerde Allah hakkında kullanılmaktadır. Bütün bunlardan Allah’ın kâinatı yoktan yarattığı sonucuna varılmakta ve bu İslam dininde iman esaslarından biri olarak kabul edilmektedir. “Bir şey murat ettiğinde onun buyruğu “ol” demekten ibarettir; hemen olu verir.(yasin82)”
Not: İstifade edilen eser “yaratılış ve gayelik” Prof. Dr. Hüseyin AYDIN
1931’DE DİN DERSLERİ
Başlıkta zikredilen tarihte Din de Reform ve Dini tahrif düşüncesiyle birçok yazı yazılmış ve birçok kitap kaleme alınmış olabilir. Şu anda elimde 1931 senesinde yazılmış akşam matbaasın da basılmış küçük bir Risale var. İçeriğindeki bilgiler ve kullanılan dilin sadeliği açısından bugün benzerini bulmak mümkün değil. Diyanet işleri Reisliği Müşavere azasından “Üryani zade Ali VAHİT” hoca tarafından Köy Hocası ismiyle hazırlanan bu hacmi küçük fakat faidesi büyük olan bu eserden istedim ki günümüz insanı da istifade etsin. Bu nedenle Akait bölümünü sizlere sunmak istiyorum.
“ Allah’ın lütfüne, keremine bin şükür ki biz Müslüman olmuşuz. Bir Müslüman baba ile, bir Müslüman anadan dünyaya gelmişiz. Bu büyük bir nimettir. Bunun için ne kadar hamd-ü senalar etsek yine azdır.
Lakin bilmiş olunki; sade böyle bir Peygamberin ümmetinden olmakla, sadece böyle Müslümanlar arasında doğup büyümekle iş bitmez,. Dini, diyaneti iyice bilmek ister. Müminliği, Müslümanlığı layıkıyla anlayıp ona göre çalışmak çabalamak icap eder. Sade bal-bal demekle ağız tatlanmaz! Sade “ Çok şükür Müslüman’ım. Elhamdülillah” demekle bir şey kazanılmış olmaz! Sade şahadet getirmekle, Allah bir, Peygamber hak demekle her şey olmuş bitmiş sayılmaz!
Evet, “La ilahe illallah” sözü pek büyüktür. Adeta Cennetin anahtarıdır. Allahtan başka Allah olmadığına iman edenlerin ilk söyleyeceği söz budur. Bunu inanarak söyleyen kimse Cennet anahtarını cebine koymuş demektir. Lakin pek uzaklarda olan bir yerin sade anahtarını cebe koymaktan ne çıkar? Asıl marifet o yere sağ salim gidip erişmektir.
Size sorarım bir adamın sıcak bir evi olsa o evin anahtarını cebine koysa sonrada o adam Kışta kıyamette evinin semtine uğramayıp dağ başların da dolaşsa, soğuktan donacak bir hale gelse hiç cebinde ki anahtar o adamı ısıtır mı? Hiç o anahtar o adamı gideceği yere at gibi, araba gibi alıp götürür mü? Yahu donacaksın evine git diyenlere karşı bu adam evinin anahtarını gösterse “ Bu bende oldukça bana bir şey olmaz” dese bu pek gülünç olmaz mı? İşte halimiz buna benzemektedir.
Biz sade la ilahe illallah demekle bütün mahlûkatı bize kul oldu sanırız. Cennet, Cemal hepsi senetle sepetle bize verildi zannederiz. Hâlbuki iş öyle değildir. Cennete gitmek için, sonunda selameti bulmak için mutlaka dünya dirliğini tertemiz geçirmek lazımdır. İyiyi, kötüyü seçerekten daima doğruluktan ayrılmamak, daima yoluyla yordamıyla çalışıp çabalamak gerektir.
La ilahe illallah diyerek anahtarı cebe koymak kolaydır ama gidip cenneti bulmak güçtür. Cennet yolunun hırsızı var, haramisi var, engeli var ve zahmeti de çoktur; Yürümek yorulmak, koşmak atılmak ister; Azık ister, ışık ister, silah ister; Hazırlıksız yola çıkarsanız ya bir çukura yuvarlanırsınız yahut kendinizi hırsıza haramiye kaptırırsınız; Sonra ne siz kalırsınız ne de koynunuzda ki anahtar.
Öyle ise fırsat elde iken güzelce selameti bulmanın çaresine bakalım. Buda dediğim gibi bilerek çalışmakla çabalamakla olur, kuru lafla olmaz; Bunun için her şeyden evvel dinimizi iyice bilmek lazımdır. Müslümanlığı layıkıyla anlayıp öğrenmek üstümüze elzemdir. Sonrada Müslümanlığın gösterdiği yolda güzel-güzel gitmek gerektir. İnsan dünyada da ahrette de böylelikle selamete erer. Yoksa sade öyle bir sözle kolayca kurtulup rahat huzur görmenin imkânı yoktur.
Şimdi biz dinimizi anlamak için evvela ne yapacağız? Apdest’ten, namazdan mı başlayacağız? Oruçtan, zekâttan mı işe gireceğiz? Hayır, hayır! İptida biz düşünmekten başlayacağız. Mükellef olunca tabi-î ki farzları da yerine getireceğiz. Ama her şeyden evvel düşüneceğiz, taşınacağız, böyle-böyle gerçek iman sahibi olmaya çalışacağız, asıl müminlik böyle olur.
Yoksa öyle anam babam Müslüman’ım derlerdi, herkes de öyle diyor, bende öyle diyorum, onlar başka türlü derlerse bende döner onlar gibi derim,, diyecek bir halde olan adamın imanı iman değildir. Öylesinin sade adı mümindir. Onun yüreğinde iman denilen şeyden eser yoktur. “Neuzibillâh” böyle olan kimse daima “La ilahe illallah dese, şahadet kelimesini dilinden düşürmese bunun ona hiçbir faidesi yoktur; işte biz böyle olmamak için işe düşünerek başlayacağız. Böylelikle sağlam bir imana sahip olacağız.
Gelin sizinle beraber düşünelim hep beraber kendimizi şöyle bir güzel düşündürelim, bakalım aklımızla gönlümüzle neler bulacağız, nerelere varacağız.
1931 DE DİN DERSLERİ (2)
Şimdi kendi kendimize sorarak düşünelim ki, biz neyiz, neyin-nesiyiz? Nerden gelmişiz, nereye gidiyoruz? Bu dünya dediğimiz nedir? Bu yerler, bu gökler, bütün gördüğümüz şeyler nasıl olmuştur. Nasıl bu kılığa girmiştir? Bunların bir yapanı, yaratanı var mıdır? Yoksa kendi başına böyle olup gidiyorlar mı?
İnsan nasıl olurda düşünmez, bunu herkes düşünür, bu herkesin aklına gelir; gelir ama çok kimseler aklına gelen bu suallere, sorgulara karşı “neme lazım” deyip hemen başka şey düşünmeğe başlayıverir. İşte kendini düşündürmek budur,. Buda insanın elinde bir şeydir. insan göz ile neye bakarsa onu gördüğü gibi, zihnine de neyi koyarsa onu düşünüyor.
İşte biz şimdi kendimizi, bütün gördüklerimizi düşünüyoruz; Nasıl olduk, ne olacağız diye kendimizi düşündürüyoruz; “Bütün bu dünyayı bir yapan, yaratan var mıdır, yok mudur? diye kendi kendimize soruyoruz. Eğer biz bunu anamıza, babamıza, komşumuza, hocamıza sorarsak “Seni de, beni de, bütün cihanı da yaratan Allah’tır!” cevabını alırız, bu cevap da “Amenna” deriz. İnanırız ama karşımıza biri çıksa da hâşâ “öyle değildir” dese, bu dünya kendi kendine olmuştur diyecek olsa biz ne yapacağız? “Eh öyle olsun” mu diyeceğiz, yoksa o adamın gırtlağına mı sarılacağız?
Hayır, hayır ne öyle diyeceğiz, ne de öyle yapacağız! Biz böyle bir şey olmadan yahut aklımıza böyle bir şey gelmeden evvel düşünüp taşınıp cevabını kendi kendimize vereceğiz. Peki, bu cevabı nasıl bulalım, nasıl verelim? İşte bu cevabı bulmak için ilk önce ben size bir şey soracağım, şu içinde bulunduğumuz cami nedir, nasıl yapılmıştır diyeceğim.
Bunun cevabı kolay değil mi? Vaktiyle buraya namaz kılmak için bir cami yapmak lazım gelmiş; Ustalar, Rençperler gelip temel kurmuşlar, duvar örmüşler, pencere açmışlar, kapı yapmışlar. Sıvamışlar, boyamışlar, sonra da ezan vermek için bir minare yapmışlar ve sözün kısası her şeyi yerli yerince yapıp çatıp bu kılığa koymuşlar, olmuş bir cami.
Şimdi bu böyle iken karşınıza biri çıksa da şöyle dese:
“Hayır-hayır! Bu cami öyle ustaların rençperlerin yapması ile, etmesi ile olmamıştır. Bunlar kendi kendine rastgele böyle oluvermiştir! Vakti ile burada çok yağmurlar yağmış, seller bir takım taş toprak getirmiş yığmış; sonra yağmurlar, rüzgârlar gire çıka o taş toprak yığıntısını delik deşik etmiş bu pencereler, bu kapılar, hep ondan olmuş. Yağmurdan, yağıştan çamur olan topraklar güneşin sıcağını görünce hep kurumuş, kiremit olmuş, nasılsa binanın üstünde öyle kalakalmış. Bu tavanlar, bu tabanlar da öyle hesapla, kitapla yapılmamış, hep o sellerin getirdiği taşlar, topraklar arasında ağaçlarda varmış; işte o ağaçlar kışın ıslanmış, yazın kurumuş, öyle böyle derken çatlamış, patlamış ince-ince, dilim-dilim ayrılmış, bir takımı altta kalmış taban olmuş, bir takımı da üstte kalmış tavan olmuş, bir takım taşlar, topraklar da nasılsa öyle üst üste kalarak minare olmuş. Bu pencerelerdeki camlar, şu tavana asılı kandiller rastgele olu vermiştir. Sellerin getirdiği toprak arasındaki madenler sıcaktan erimiş, kılıktan kılığa gire-gire böyle cam olmuş, kandil olmuş, çıkmış meydana. Yoksa onları ne öyle fabrikalar yapmış ne de camcılar takmış, bütün bunlar hep kendi kendine, körü körüne olu vermiştir.”
Şimdi size karşı söz temsili bir böyle diyen olsa ne dersiniz? Bu adamın dediğine inanır mısınız? Elbette inanmazsınız, hiç inanılacak şey midir ki bu cami kendi kendine olu versin?
Bu her taşı yonularak, şavullanarak konmuş duvarlar, bu her tahtası biçilerek, rendelenerek mıhlanmış döşemeler, tavanlar; bu her tarafı hesapla kitapla açılmış kapılar, pencereler; sonra bu camide bulunan kandiller, lambalar, camlar, çerçeveler, kilitler, menteşeler nasıl olur da yelin, selin atması ile bu hale gelir? Bu ince-ince işler nasıl olur da rastgele böylece kurulur düzülür? Hiç bu olacak, inanılacak şey midir? Küçücük çocuklar bile akıl ederler ki bunların mutlaka bir yapanı edeni olacaktır. Olmazsa olmaz; Elbet akıl böyle der, böyle cevap verir.
Şimdi bu camii bırakıp birde şu dünya’yı ele alalım! Kırları, bayırları, dağları taşları, dereleri denizleri bir gözden geçirelim! Günleri güneşleri, ayları yıldızları, karları yağmurları, rüzgârları bulutları, bir daha güzelce seyredelim! Otları ormanları, kurtları kuşları, ekinleri yemişleri, hayvanları insanları, çolukları, çocukları hep ilk defa görüşüyormuşuz gibi gözden geçirelim, bakın neler görürüz.
Sabah olur, güneş doğar, ortalık aydınlanır, herkes işine gücene gider, kurtlar kuşlar bile rızkını aramaya başlar. Akşam olur gün batar, ortalığa karanlık basar, kurt kuş yuvasına çekilir, herkes rahatına bakar. Ay doğar, yıldızlar çıkar, rüzgârlar eser, dünya bir zaman böyle kalır. Sonra seher başlar, şafak atar, sabah olur, akşam olur; günler geçer, her gün dünya başka bir kılığa girer.
Gün olur bulutlar yığılır, bardaklardan boşanırcasına yağmurlar yağar. Yahut gök gürler, şimşek çakar, yıldırımlar düşer. Kış gelir, karlar yağar, buzlar tutar, ortalık beyazlara bürünür. Güneşler açılınca karlar yavaş-yavaş erir, sular sine-sine dağların bağrına geçer, haznelerde toplanır. Sonra havalar düzelir, baharlar açmaya, ortalık ısınmaya başlar; Ekinler biter, ağaçlar çiçeklenir, otlar ormanlar yaşarır, dereler donanıp yeşillenir. Kuşlar ötüşür, kelebekler uçuşur, rüzgârlar eser, ırmaklar akar; Değirmenler döner, hayvanlar yavrular. Ekinler toplanır, harmanlar savrulur, aylar günler, yazlar kışlar birbirini kovalar. Böyle-böyle devirler döner, zamanlar geçer.
Şimdi acaba bütün bu döküp saydığım şeyler nasıl olmuş, nasıl kurulmuş bunları böyle kim yapmış, kim yaktırmış? Bir yaradan var mıdır, yoksa bunlar kendi kendine mi olmuştur? Bunu bir güzelce düşünün!
Bakın demin anladık, kestirip attık ki, şu cami, şu minare kendi kendine olmamıştır, mutlaka bir yapanı, çatanı vardır. İşte tıpkı buna inandığımız gibi dünyanın da kendi kendine olmadığına inanacağız, eni boyu meydanda olan bir cami, bir bina bile kendi kendine olmazsa bu koca dünya, o yerler gökler, o sabahlar akşamlar, o seherler şafaklar, mehtaplar; O güzelim şeyler hiç rastgele olur mu? O türlü-türlü, acayip-acayip hayvanlar; O akıl fikir sahibi sevimli-sevimli insanlar; o nur damlası gibi çocuklar; O canım güller, bülbüller, yaseminler sümbüller; O rengine kokusuna doyum olmaz bin bir çeşit çiçekler; Bütün bu ince-ince şeyler hiç kendi kendine olur mu? Hiç körü körüne rastgele meydana gelir mi? Bunu akıl nasıl kabul eder? Elbette bunların bir yapanı, yaratanı olacak!
Şu cami için “mutlaka bir yapan olacaktır diyen akıl elbette bu dünya içinde böyle der, bu cevabı verir! İşte biz hem aklımızın yardımı ile biliyoruz, buluyoruz, hem de Peygamber efendimizin güzelce bildirilmesi ile inanıp iman ediyoruz ki bu dünya’yı böylece yapıp yaratan Allah’tır. Yaratanımızın daha birçok isimleri vardır. Lakin biz Türkler; söz arasında en çok “Allah-ü Teâlâ Hazretleri” yahut “ Hak Teâlâ Hazretleri” deriz. Allah anıldıkça da “Celle şanü-hu” diye hürmet eyleriz.
1931 DE DİN DERSLERİ (3)
Günümüzün Müslümanlar açısından en büyük problemi, “inanması gereken şeylere nasıl inanacağını bilmemesidir.” Bugün köyde, şehirde abdestini alıp namazını kılan nice Müslüman var ki kelime-i şahadetin anlamını bilmiyor onun yerine salâvat getirmek diyor. Annesinden, babasından görüp öğrendiklerini yeterli kabul ettiği için Taklidi imandan Tahkiki imana bir türlü geçemiyor. Bu küçük risalede günümüz insanının nasıl inanması gerektiği sade bir dille anlatıldığı için üçüncü kısmını da yayınlıyorum.
Din dersleri -3- : Bu dünyayı Cenabı Allahın hikmetiyle, kudretiyle böylece yarattığına inandığımız gibi yine düşünüp taşınarak iman edeceğiz ki “Allah birdir, oğlu, kızı, eşi, ortağı yoktur olamaz!
Şimdi biri karşımıza çıksa da “bunun böyle olduğunu nerden anladın?” dese, yahut aklımıza böyle bir şey gelse ne diyeceğiz, nasıl cevap vereceğiz. Kendimizi nasıl inandıracağız? Sade sus, sus demekle kimse susturulamaz. Zorla adam karşısındakini susturabilse bile, kalbindekini susturamaz. Asıl marifet gönüllere gelen, gelebilecek olan şüphelere cevap vermektir. Asıl Müslümanlık zihinleri ilişip kaldığı yerden güzelce kurtarıp nura çıkarmaktır.
Bunun için bütün lazım gelen cevapları “Allah ta vermiştir, peygamber de vermiştir, arifler kâmiller d vermiştir, yer gök bütün dünya da vermiştir ve hala vermektedir. İşin doğrusu her şey daima yüzümüze karşı bağırarak söylemektedir. Lakin görecek göz, duyacak kulak, düşünecek kafa ister. Hamdolsun biz gözümüzü, gönlümüzü iyice açmak istiyoruz, zihinleri tırmalayan şeylere güzelce cevap vererek imanları sağlamlaştırmayı arzu ediyoruz.
Şimdi Allah tan başka Allah olmadığını aklımızla kolayca bulmak için bir kışlayı göz önüne getirelim. Pekâlâ, bilirsiniz ki kışlada barınan asker hepside bir tertip, bir nizam üzerine yatar, kalkar, talimini yapar, güzelce vazifesine bakar. Hiç karışıklık olmaz, her şey güzel, güzel yolun da gider. Şimdi sorarım size bu neden böyle oluyor?
Neden olacak, başta bir kumandan var. O ne derse öyle oluyor, herkes kendini onun kumandasına uyduruyor, onun için işler hep böyle bir tertipte gidiyor ve hiç karışıklık filan olmuyor.
Pekâlâ, bu askerin başında bir değil, birkaç kumandan olsa; hepsi de bir rütbede, hepsi de istediği gibi emredebilir, her emrini yaptırabilir bir halde bulunsa o zaman bu kışlada işler nasıl gider?
Nasıl gidecek, her biri bir türlü kumanda verir, biri “filan saatte asker yatsın! Der öbürü “hayır o saatte asker yatmasın da filan işi yapsın!” der. Öteki de daha başka türlü bir kumanda verir; Her biri de kendi dediğini yaptırabilir bir halde olduğundan o öyle ister, bu böyle ister, derken iş karmakarışık olur, kışlada da tertipten, nizamdan eser kalmaz değil mi?
Demek bir kışlada gördüğümüz tertibin, nizamın sebebi asıl baştakinin bir olması imiş. İşte bunun gibi bizde dünya da gördüğümüz tertipten, nizamdan anlamalıyız ki, bu dünyanın yaratanı da birdir. Hâşâ öyle iki, üç yahut daha fazla değildir, olamaz! İşte buna böyle inandığımız gibi yine inanacağız, iyice zihnimize koyacağız ki Allah-ü Teala Hazretleri diridir, görür, bilir, duyar, işitir, her şey ona aşinadır, kendisine gizli kapaklı bir şey yoktur.
Yine inanacağız ki Cenabı Allah diler dilediği gibi yapar, kimse onun işine karışamaz; kimse onun hükmüne karşı duramaz. Söyler gücü yeter, ona karşı büyüklük olmaz, ona karşı çalım satılmaz. Hiçbir işi boşuna değildir, her işinde, her yarattığında bir hikmet vardır.
Yine inanacağız ki Allah-ü Teâlâ Hazretleri asla bize benzemez. Aklımıza gelen şeylerin hiç birisini de andırmaz. Doğmamış, doğurmamış, bizim gibi sonradan olmamış, başkası tarafın dan yaratılmamıştır. Yemek, içmek, uyumak, ölmek; anaya, babaya, karıya, kocaya muhtaç olmak; bunların hepsi yaratılmışların şanındandır ve bunların hiç biri yaratan Allaha yarışmaz.
Ne kadar fenalık, çirkinlik, eksiklik varsa hâşâ bunların hiç biri yaratanımız da yoktur, olamaz. Ne kadar iyilikler, güzellikler varsa hepsi Rabbimizde vardır. Lakin bizimkilere benzemez. Varlığı bizim varlığımıza benzemediği gibi diriliği de bizim diriliğimize benzemez. Biz bugün varız yarın yokuz. Lakin Cenabı Hak daima vardır, geçmişte de, gelecekte de onun olmadığı olmaz. Bizim diriliğimiz canla, kanla, etle, kemikle, damarla, sinirle, yemekle, içmekledir. Amma Cenabı Hakkın diriliği böylelikle değildir.
Rabbimiz görür; bilir, işitir, diler, söyler, gücü yeter amma bizim gibi gözle, kulakla, dil ile dudakla, elle, ayakla, akıl ile gönül ile değil, nasıl olduğuna bizim de aklımız ermez. Her şeye akıl erdirdikte bir bu mu kaldı? Aklın erdiği şey vardır, beş okkalık, on okkalık, yirmi okkalık bir şey tartar, bir çeki odunu tartamaz, çünkü her şeyin bir kararı vardır.
Bakkalın terazisi bakkala lazım olduğu kadar tartar. Bizim aklımız da kendimize lazım olacak kadar erer, öteye geçemez. Bunun için Cenabı Allah’ın varlığına, birliğine, gücüne, kuvvetine, inanırız da acaba “Allah, ne imiş, nasılmış, ne ile yapıyor, nasıl oluyor da yaratıyor?” diye aklımızın eremeyeceği şeyleri anlamaya kalkışmayız. Üstümüze elzem olan işleri, aklımızın erebildiği şeyleri bırakıp ta üstümüze elzem olmayan şeylerle meşgul olmayız.
BİZ DÜNYAYA NİYE GELDİK?
Yukarıdaki soruyu akıl, baliğ olan her Müslüman’ın kendisine sorması ve cevabını bulması ve ona göre de yaşaması icap eder. Aslında bu soruların cevabı kuranı, kerim de açık olarak geçmektedir. “ Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (zariyat 56) “ Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” (Duhan,38,39) “ Dünya ahretin ziraat tarlasıdır.” (hadisi şerif) Fakat her Müslüman kuranı kerimi ve hadisi şerifleri araştırıp sorularına cevap bulamayabilir, O zaman insan kendisine verilen en büyük nimetlerden birisi olan aklına müracaat edecektir. İşte günlerdir yazılarından istifade ederek sizlerin de istifadesine sunduğum 1931 yazılan Risalede bu soruların cevabının da akıl ve mantıkla bulunabileceği gösteriliyor, yine ondan devam edelim.
“ Şimdi birazda kendimizi düşünelim! Biz neyiz, neyin nesiyiz; nereden geldik, niye geldik; ne olacağız, nereye gideceğiz? Bunları sezip anlamağa çalışalım. Bir adam pazara gittiği vakit ne alıp ne satacağını, ne yapıp ne edeceğini; pazara niye ne için geldiğini bir düşünmez mi? İşte sizde bunun gibi düşünün! Bu dünyada necisiniz, ne olacaksınız? Bunu öğrenmeye çalışın.
Sadece ye, iç, otur kalk; Gez, toz, hoşuna gideni kop kopar, hoşuna gitmeyeni at fırlat, başın hiçbir buyruğa bağlı olmasın; Kimseyi tanıma, büyük küçük sayma; Hatır gönül bilme, keyfini kıran olursa hemen yere çal; Sağını solunu gözetme. Böylece baş belası olarak boy göster. Sonrada günün birinde düşüp ölüver, tutsunlar seni bir toprağa sokuversinler, işte o kadar.
Eğer dünyaya bunun için geldikse senin canavardan ne farkın kaldı? O da öyle yapar, hoşlandığını kapar, yutar, hoşlanmadığını teper, geçer. Günün birinde de ölür gider. Şimdi hâşâ sende onlarla bir mi olacaksın, kendini onlarla bir mi tutacaksın? Olamaz evladım, olamaz!. İyice düşün, kendini güzelce düşündür! Senin görüp göreceğin öyle iki günlük dünya ile bir avuç toprak mı olacak? Allah seni böyle tembellik sersemlik, ziyankârlık için mi dünya’ya getirdi? Sana bu boyu, bu posu, bu aklı bu fikri bunun için mi verdi? Hayır-hayır… Biz dünya’ya öyle kediler, kuzular, sinekler, kelebekler yahut öyle yırtıcı hayvanlar gibi sade yiyip içmeğe, sade koşup gezmeye ve sadece dönüp dolaşmaya gelmedik. İmtihan olmaya geldik. Dünya herkesin nasıl adam olduğunu meydana çıkaracak bir imtihan yeridir.
Sakın birden bire yanlış anlamayın! Bu imtihan hem herkesin kendisine, hem de birbirine karşıdır. Yoksa Allah’a karşı gizli kapaklı bir şey olmadığından herkesin ne mal olduğunu anlamak için insanları imtihan etmeye Cenabı Hakkın hâşâ ihtiyacı yoktur.
Herkesin dünya’ya çıktığında ne yapıp ne edeceğini Hak Teâlâ Hazretleri pekâlâ bilir. Allah istese idi dünya’ya getirmeden herkesi layığına göre cennete, cehenneme koyardı. Lakin o vakit cehennemlikler yahu biz ne yaptık ki bizi buraya attınız derlerdi. Onlara karşı “eğer siz dünya’ya çıksaydınız şöyle-şöyle fenalıklar yapacaktınız. Bunu Allah biliyordu da bunun için sizi cehenneme koydu!” denilse onlar o vakit “hâşâ biz hiç öyle şeyler yapmazdık, asla öyle fenalıklarda bulunmazdık. Bir fenalık kötülük yapmadan etmeden bize ne için azap ediyorsunuz?” derlerdi.
İşte sonra böyle denmemek için Hak Teala insanları bir defa dünya’ya çıkarıyor; iyiyi, kötüyü seçmek için de akıl, fikir veriyor. Herkesi bilir, anlar, sezer düşünür bir hala getiriyor. Sonra insanları yeryüzünde öyle büsbütün hayranda koymuyor. Her tarafı onların yüzüne karşı kapalı da bırakmıyor. Peygamber gönderiyor, kitap indiriyor, kendini göstermeksizin insanlara söz söylüyor, kelamını işittiriyor, nasihat veriyor.
“Ey insanlar Ben benim, Allah’ım! Siz bir takım aciz mahlûklarsınız! Ben hiçbir şeye muhtaç değilim. Siz her şeye muhtaçsınız, birbirinize bile muhtaçsınız! Bunun böyle olduğunu sakın unutmayın! Emrimi tutun, birbirinizle hoş geçinin! Kendinizi fenalıklara bulaştırmayın. Benim de ulular ulusu olduğumu hatırdan çıkarmayın. İyilere cennet, kötülere de Cehennem. İşte Cennet yolu budur, Cehennem yolu da bu” diyor.
İşte Cenabı hak insanlara hayrı, şerri böylece bildirip Cennet Cehennem yolunu gösterdikten sonra onları iki yol ağzında muhayyer bırakıyor, bunun üzerine artık herkes kendi dileği ile istediği yolu tutuyor, Cennet yolu ise Cennet, Cehennem yolu ise Cehennem… Bu böyle olursa, insanlar böylece bir imtihana çekilirse herkesin kaç paralık adam olduğunu kendi de anlar; o vakit kimsenin kimseye bir diyeceği kalmaz. “Kendim ettim, kendim buldum…” deyip herkes cezasına razı olur.
İşte şimdi biz yolun çatallandığı yerde duruyoruz, Cennet yolunun ayrıldığı yerde duruyoruz! Cenabı Hak bize hem akıl fikir vermiş, hem de peygamber, kitap göndererek buyuracağını buyurmuştur. Bizden evvelkilere de kitap gelmiş, peygamber gelmiş, herkes nöbetini savmış, şimdi sıra bize gelmiştir. Artık gemisini kurtaran kaptandır, biz de gözümüzü dört açalım, Allah’ın peygamberlerine inanalım, ne buyurmuşsa “Allah onu yapmaya çalışalım, böylelikle Cennet yolunu tutalım, dünyada da, ahrette de selameti bulalım!
PEYGAMBERLERİ TANIYALIM.
Herkesin bildiği gibi imanın şartlarından biri de Peygamberlere imandır, fakat Müslüman halkın çoğu peygamberleri hatta kendi peygamberini dahi tanımamaktadır. Birçok Müslüman-a Hz. Ebubekir Hz. Ömer kim diye sorsan “ bizim peygamberlerimiz değimli?” diye cevap verirler. Yapılması gereken Allahın emrine itaat edip okumak, öğrenmek, eksik bilgilerimizi tamamlamaktır. Bu maksatla Peygamberleri tanımak için meşhur Risalemize devam edelim.
“ Bu dersimizde de Peygamberler kimlerdir, nasıl adamlardır, onlara verilen kitaplar nedir, ne gibi şeylerdir? Bunları öğrenelim. Şimdi bilelim ki; peygamberler de sizin, bizim gibi birer insandırlar. Onlarda yerler, içerler, uyurlar, gezerler, evlenirler, çoluk çocuk sahibi olurlar ve vadeleri tamam olunca herkes gibi bu dünyadan çekilip giderler. Yaradılışça insanlardan hiç farkları yoktur. Onların vazifesi daima insanlara doğru yolu göstermek, daima insanların selametine çalışmaktan ibarettir.
Ekin ekmek, yemek pişirmek, dikiş dikmek, demircilik, gemicilik etmek gibi evvel zamanlarda daha kimsenin bilmediği sanatları ilk önce peygamberler ortaya koymuşlardır. Her şeyin yolunu izini vaktiyle hep onlar göstermişlerdir. Eğer insanlar muhtaç oldukları şeyler için ilk evvel böyle başka bir taraftan bilgi almamış olsalardı o acemilikleri ile kim bilir halleri nereye varırdı? Bunun için peygamberlerin vücudu âlemlere rahmet olmuştur.
Peygamberler sade bu kadarla kalmayıp insanlara Mevla’sını da tanıtmışlardır. Birbirimizle hoş geçinmenin, birbirimize karşı daima iyi muamelede bulunmanın yolunu göstermişlerdir. İnsanlara evvela: hak nedir, hukuk nedir, insaf nedir, merhamet nedir bütün bu gibi şeyleri öğreten hep peygamberler olmuştur. Yeryüzünde iyiliklerin temelini önce onlar atmışlardır.
Şunu da bilmiş olun ki, peygamberler bu işleri akılları ile bulup kendiliklerinden yapmamışlardır, hep Allahın emri ile yapmışlardır. Bir insan kendiliğinden ne kadar çalışsa ne kadar iyiliklerde bulunsa, derecesi o kadar artar, gitgide belki evliya sırasına bile geçer. Lakin kabil değil peygamber olamaz. Taş çatlasa o mertebeyi bulamaz. Peygamberlik Allah vergisidir, öyle çalışmakla çabalamakla ele geçecek bir şey değildir. O bir makamdır ki Allah onu zamanına göre istediği kurallarına vermiş ve o kapıyı artık kapamıştır. Bundan sonra yeniden peygamber gelmeyecektir. İnsanlara Mevla’sını tanıtıp eğriyi doğruyu gösterecek artık âlimlerdir. Bu vazife onlara kalmıştır. Çünkü bir kere çığır açılmış iş bir dereceye kadar kolaylaşmıştır. Gelelim şimdi peygamberlerin kimler olduğuna…
Peygamberlerin ilki Âdem Aleyhisselam’dır. Sonuncusu da Muhammet Mustafa (sav) efendimizdir. Bu ikisinin arasında gelip geçen peygamberlerin sayısını Allahtan başka kimse bilemez. Lakin meşhurları: İdris, Nuh, Hut, Salih, Şuayip, Lut, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Musa, Harun, Davut, Süleyman, Eyüp, Elyesa, Zülkifil, İlyas, Yunus, Zekeriya, Yahya, İsa Aleyhisselamlardır.
Peygamberlerin derecesi hep bir değildir. Her birinin kendisine göre Allah yanında bir mertebesi vardır. Bunların kiminin peygamberliği sade bir bölgeyedir. Kiminin birkaç bölgeyedir. Hele peygamber efendimizin peygamberliği bütün dünyayadır. Öyle sade birkaç bölgeye değildir.
Peygamberlerin kimine Hak Teala tarafından kitap verilmiştir, kimine verilmemiştir. Kendilerine ayrıca kitap verilmeyip de sade peygamberlik verilenlerin vazifesi; Kendilerinden evvel geçen peygamberlerin şeriatını halka öğretmek, nasihat ederek doğru yolu göstermektir.
Peygamberlere gelen kitapların bazısı büyük kitaplardır. Bazısı da bir takım sayfalardır. Büyük kitaplar: Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’andır. Bunlardan Tevrat Musa as, Zebur Davut as, İncil İsa as, Kuranı kerim de Peygamberimiz Sallellah-ü aleyhi vesellam efendimize gelmiştir. Âdem Aleyhisselam-a on sayfa, Şit Aleyhisselam-a elli sayfa, İdris Aleyhisselam-a otuz sayfa, İbrahim Aleyhisselam-a da on sayfa verilmiştir.
Kuranı kerim den maada bu saydığım kitapların, sayfaların her biri bir zamana ve bir takım kavimlere, kabilelere göre bulunduğundan artık onların zamanı geçmiştir. Asla hükümleri kalmamıştır. Fakat Kuranı Kerim öyle sade bir yere, bir zamana mahsus olmadığından onun hükmü kıyamete kadar sürecektir.
Nasıl ki her hastalığa tedavisine göre bir ilacı, bir perhizi varsa her devrin her zamanın da kendine göre bir kitabı, bir şeriatı vardır. Evvel zamanla ahır zaman hiçbir olur mu? Elbette Âdemoğlunun emeklediği devirler başkadır, yaşını başını alıp düşünmeğe başladığı devirler başkadır. Bunun için evvel zamanlarda peygamberlere gelen kitaplarla Peygamber efendimize gelen Kuranı Kerim bir değildir. Kuranı Kerim ahır zamana göre bir kitaptır.
O halde Allahın kelamını layıkıyla anlayıp insafla düşünen kimse iman eder ki Kur’an bir nurdur. Kararmış kalpler her zaman ona muhtaçtır. Kuran şifadır, insana insanlığını unutturacak hastalıkların, ahlaksızlıkların dermanı ancak ondadır. Kuran Âleme rahmettir. Dost düşman bilerek bilmeyerek onun yüzünden bin türlü hayır görmüştür. Hatta bu günkü günde dünyayı tutmuş olan ilimlerin, sanatların bile bu seviyeye gelmesine hep Kuranı Kerim sebep olmuştur.
Kuranı Kerim elde Mihenk taşıdır. İyi kötü daima onunla anlaşılır. Kuranı Kerim elde bir terazidir, kıyamete kadar gelip geçecek şeyler hep onunla tartılır. İşte “Kuranı Kerimin hükmü kıyamete kadar sürecektir.” Dediğimizin bir hikmeti de budur. Sade şu var ki asıl marifet öyle nazik bir mihenk, öyle bir teraziyi zamanına göre kullanmayı bilmektir. Sen ben bir altın parçasını mihenk-e vursak ne anlarız? Eczacının kimyacının kılı kırk yaracak kadar ince hesap veren terazisini nasıl kullanırız? Ona ehli ister, erbap ister…Biz anlayamazsak, kullanamazsak kusur mihenk-te, terazide midir; yoksa bizde midir?
Görmez misiniz, en kolay sandığımız bir sanat bile ince emek verilmedikçe elde edilmiyor, nerede kaldı ki Kuran kolayca elde edilebilsin. Kuran-ı Kerim’de herkesin anlayabileceği pek çok şeyler bulunduğu gibi sade ehlinin, erbabının anlayabileceği birçok şeylerde vardır. Ne yapalım “Allah beş parmağı bir yaratmamıştır, herkesin aklı bir olmaz, herkesin de mutlaka İmamı Azam olması lazım gelmez.
PEYGAMBER EFENDİMİZE MUHABBET
Bu sohbette size Peygamber Efendimizden, ne halde, ne tabiatta olduğundan, onun şanından, onun gayretinden bahsedeyim ki sizde ümmeti olduğunuz iki cihan Serveri-ni daha iyi bilesiniz ve kendisine daha iyi muhabbet edesiniz. Zira müminin imanı peygamberine muhabbetle temam olur. Neuzü billâh peygamberini sevmeyen kimsenin imanı iman değildir. Bu nedenle her Müslüman daima peygamber Efendimize muhabbetini artırmağa gayret etmelidir. Sakın “ Bir adam görmediği kimseye nasıl muhabbet edebilir?”diye hatırınıza bir şey gelmesin! Çünkü muhabbet sade görmekle olmaz, duymakla da olur. İnsan birinin methini, senasını işite, işite hiç görmeksizin o kimseye âşık olabilir. İşte bunun gibi Peygamber Efendimizin de milyonlarca aşığı vardır. Aradan bu kadar seneler geçmiş, ne yüzünü görmüş, nede bir şey iken Peygamber Efendimiz için yüreği yananların haddi hesabı yoktur. İşte bunlar hep Peygamber Efendimizin büyüklüğünü bilenler, hep onun nasıl sevgili bir peygamber olduğunu anlayıp, dinleyip gönül verenlerdir.
Şimdi siz Peygamber Efendimizi andığınız vakit acaba nasıl düşünüyorsunuz, gözünüzün önüne ne kılıkta, ne kıbal de bir zat getirirsiniz? Ben öyle anlıyorum ki çok kimseler Peygamber Efendimizi aksakalı göbeğinde bir piri fani sanıyorlar. Evliyalık taslayan bazı adamlara bakıyorlar da akıllarınca Peygamber Efendimizi de onlar gibi öyle gözlerini açmaz, dünyaya bakmaz; asla yüzü gülmez, dargın, hırçın bir zat zannediyorlar. Sakın siz böyle bilmeyin, böyle zannetmeyin!
Bir defa Peygamber Efendimiz öyle o kadar ihtiyar değildi. Bu dünyadan göçüp Mevla’sına kavuştuğu zaman altmış üç yaşında idi. Mübarek saçları henüz ağarmağa başlamıştı. Sakallarında da ancak yirmi tane kadar beyaz vardı. Piri fanilik şöyle dursun Peygamber Efendimiz zayıf, halsiz, çelimsiz değildi. Bilakis gücü, kuvveti yerinde bir erkek olup görmesi, işitmesi, hele cesareti herkesten ziyade idi. Değme babayiğidin yapamayacağı işleri üstlenir ve pekâlâ üstesinden gelirdi.
Sonra Peygamber Efendimiz hâşâ öyle içini temizlemekten dışını temizlemeye fırsat bulamayan erenler takımından da değildi. Kendini gayet temiz tutar, her şeyin de temizliğe son derece de dikkat ederdi. Bazı kimseler “Biz Allah adamıyız!” diyerek sakal, bıyık birbirine karışık olarak gezerler, bunu da bir marifet sanırlar. Hâlbuki Peygamber Efendimiz asla öyle perişan gezmezdi. Öyle gezenleri de beğenmezdi. Hatta yanlarına bir gün saçı sakalı birbirine karışmış perişan bir adam geldi Peygamberimiz onun halini hiç beğenmedi “Bu adamın başına sürecek bir şeyi yok mu ki saçlarını tarayıp yapıştırsın, insan böyle perişan gezer mi?” buyurdu.
Peygamber Efendimiz üst dudaklarının kırmızısı görünecek kadar bıyıklarını güzelce kısa kesip, saçlarını bazen tıraş ederler, bazen da kulaklarının yumuşağına kadar uzatırlardı. Lakin sakallarını bir tutamdan ziyade uzatmazlardı. Normal zamanlarda değil muharebeye gittikleri zamanda bile ibrik, tarak, makas, misvak gibi temizliğe ait şeyleri yanından ayırmazlardı. Saçlarını, sakalını tertemiz tutarlar aynaya bakıp güzel, güzel taranırlardı.
Hazreti Ayşe şöyle buyurur. “Bir gün kapıya bir takım kimseler gelmişlerdi. Hazreti Peygamber onlarla görüşmek için dışarıya çıkacağı sırada ayna bulamadı da ağzı geniş bir kaptaki suya bakarak saçını, sakalını düzeltti. Benim buna şaşırdığımı görünce de; evet ya! Kardeşleriyle görüşmeğe çıkan bir kulunun böyle süslenmesini Allah sever” buyurdu.
Peygamber Efendimiz hiçbir koku sürünmeseler bile mübarek tenleri de, terleri de mis gibi kokardı. Öyle iken yine de herkesin seveceği güzel kokulardan sürünürlerdi. “Dünyada en çok sevdiklerimden birisi de güzel kokudur” buyururlardı. Müslümanlar bunları düşünmelide ona göre hareket etmelidir.
Peygamber Efendimiz dünyada her cihetten eşi bulunmaz bir insan güzeli idi. Cenabı Hak onu övmüşte öyle yaratmıştı. Boy, bos, endam hep yerinde idi; hiçbir kusuru, hiçbir noksanı yoktu. Vücudu porsuk olmayıp sıkı etli idi, ipek gibi yumuşak bir derisi ve uzunca billur gibi beyaz bir boynu vardı. Mübarek elleri de gayet güzeldi, kolları iri, parmakları uzun ve etlice idi. Karnı göksü ile beraber düz idi, yani ne Göksu çıkıntılı, nede karnı şişkindi. Ayaklarının altıda çukurdu, yani tabanları dümdüz değildi. Hilal kaşlı, çekme burunlu idi. Şişman yüzlü yumru yanaklı olmayıp mübarek çehresi ne öyle pek uzun, nede öyle pek yuvarlak idi. Uzun kirpikli, kara gözlü olup gözlerinin akında da hafif tatlı bir kırmızılık vardı.
Peygamber efendimizin rengi pembe beyaz olup pek sevimli olan yüzünden nurlar akardı, mübarek dişleri de konuşurken, gülümserken şöyle bir elmas gibi parlardı. Bu bir Allah vergisidir ki vücudu ne kadar güzelse ahlakı da o derece güzeldi. Güzel yüzlü, tatlı sözlü olup ağzından fena söz çıkmaz, asla hırçınlık etmezdi, hizmet edenleri pek hoş tutardı. Asla kibir etmez, kurum satmazdı. Lakin daima vakarını muhafaza ederdi.
Peygamber Efendimizi birdenbire gören kimsenin içine bir korku düşerdi. Lakin görüşüp konuşunca da kendisine gönül vermemek elden gelmezdi. İşte Peygamber Efendimizin hali, şanı, ahlakı, tabiatı böyle idi. Ya düşüncesi ne idi? Ne yapar, ne eder, ömrünü ne ile geçirirdi? Biraz da bunu anlayalım.
Peygamber Efendimizin bütün derdi insanları cehaletten kurtarıp, dünyada da, ahrette de selamete çıkarmaktan ibaretti. Bunun için geceyi gündüze katarak çalışır, çabalardı, bu uğurda varını yoğunu sarf edip ne zahmetler çeker, nice sıkıntılara katlanırdı. Hiç kendi rahatını, huzurunu düşünmez, asla kendi faydasını hatıra getirmezdi. Din için, ahret için dünyayı bir tarafa atmazdı.
Zalimlerin vücudunu kaldırıp, mazlumlara göz açtırmak için zırh giyer, kılıç kuşanır; haftalarca hayvan sırtından da inmediği olurdu. Peygamber Efendimiz böylece bin türlü mihnete, meşakkate katlanarak Allahın emrini yerine getirirdi, İslamiyet-i yayıp, insanları selamete çıkardı. Lakin bilmiş olun ki bu öyle kolaylıkla az bir zaman da olmadı. Tam yirmi üç sene sürdü. Efendimizin bu yirmi üç seneyi nasıl geçirip nelere katlandığını bilmeyen kimse Peygamberinin kadrini layığı ile bilemez. Sadece şu kadarını söylemek lazımdır ki Allah diye taşa toprağa tapan, kızlarını diri, diri toprağa gömen bir topluluğu doğru yola getirmek kolay bir şey değildi. Peygamberimizin yaptıklarını öyle bir ve ya birkaç yazı ile anlatmak mümkün olmaz, onu gerçekten tanıyıp sevmek için hayatını okuyup, Hadisi Şeriflerini araştırmamız icap eder.
İşte bunun için sizde ümmeti olduğunuz bu yüce Peygamberinizle iftihar edin, onun güzel sözlerini daima hatırınızda tutun, mübarek cemalini gözünüzün önüne getirin! Kuranı anlayarak okuyun, salâvat getirin, Peygamberimizin ruhuna hediyeler gönderin! Böylece kendisine gitgide muhabbetiniz artar, tabiatınız, ahlakınız güzelleşir. Hep iyi şeyler düşünürsünüz. İçinizde bir ferahlık, bir sevinç oluşur. Ömrünüzü öyle bir lezzet ve neşe içinde geçirirsiniz.
PEYGAMBERİMİZİ ÖVMEDE İFRATA KAÇMAK
Peygamber efendimizi en iyi tanıtan kitap şüphesiz kuran-ı kerimdir. Bazıları katı hayallerinde canlandırdıkları peygamber tasavvurunu ayetlerde bulamayınca ifrata kaçmaya başlamışlardır. Bu tür aşırı yüceltmeci aklı araştırdığımız zaman şöyle bir sonuca varıyoruz. Sanki bunların inandıkları peygamber her yönüyle birinci olmalı; Beşer olması yetmez. İnsan üstü olmalı, oda yetmez, Nasranîlerin Hz. İsa’yı yücelttiklerinden daha fazla yüceltilmeli öyle ki kâinat onun hürmetine yaratılması dahi yetmez. Kâinat bizatihi ondan yaratılmış olmalıdır. İşte bu tasavvur neticesinde tasavvufçular Nuri Muhammed’i, hakikati Muhammed’i inancını icat etmişlerdir. Geleceği peygamberlere mahsus ferasetiyle tahmin eden Resulüllah Efendimiz sağlığında ümmetini ikaz ederek şöyle buyurmuştur.”Beni Hıristiyanların Meryem’in oğlunu yücelttikleri gibi yüceltmeye kalkmayın. Ben yalnızca bir kulum. Benim için şöyle deyin; “O, Allah’ın kulu ve elçisidir.” Bu sahih hadise karşılık peygamberimizin reddettiği şekilde yüceltmek için yüzlerce hadis uydurulmuş, birçok tasavvur icat edilmiştir. İşte örnekler;
Uhud’a vardığımızda şeyh efendimiz dedi ki “Sizden Resulüllah Efendimizin gezip dolaştığı bu mekânda sol ellerini gizlemenizi rica ediyorum.” Kendiside sol kolunu gömleğinin içine sakladı, bizlerde öyle yaptık.(Üç Muhammed say:9)
Suyuti’nin görüşü; “Peygamber(SAS) ruh ve ceset olarak diridir. O aynen vefatından önceki şekil ve şemailiyle hiç değişmemiş bir halde yeryüzünü her tarafında ve semavi âlemde tasarrufta bulunmakta, istediği gibi gezip dolaşmaktadır. Ne ki o cesediyle diri ve hayatta olmasına rağmen tıpkı melekler gibi göze görünmemektedir. Allah onu görmeyi ikram ettiği kullarına onu göstermek istediği zaman perdeyi kaldırır, oda gerçek kimliğini görür; “Buna herhangi bir engel yoktur.” (Suyuti Tenvir 35)
Yine Suyuti den bir rivayet: Ahmet Taberaniden rivayet ediliyor. “Resulüllah sahabelerin den bir adamdan. “Bir sabah Resulüllah güzel kokulu nefesi ve apak bir yüz ile yanımıza geldi. Sebebini sorduk oda şöyle dedi; Rabbim bu gece yanıma geldi ve dedi ki “Ya Muhammed” bende başım gözüm üstüne buyur ya Rab dedim. Buyurdu ki;
“Mele’i Ala neden birbiri ile çekişiyor? Bilmiyorum dedim. Elini iki kürek kemiğimin arasına koydu, hatta onun serinliğini göğüslerimin arasında hissettim. Ta ki göklerde ve yerde olan şeyler bende tecelli etti. Ardından şu ayeti okudu “İşte biz böylece İbrahim’e kalbi yatışarak inananlardan olsun için göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk” (Suyuti el Hasa is 2.28)”
İbni Sebin el hasa isinde der ki; Onun gölgesi yere düşmezdi çünkü o nur idi. Güneş ve ay ışığının da yürüdüğü zaman onun gölgesi görülmezdi.(Suyuti el Hasa is)
Muhammed Bahaeddin El Baytar ise daha ileri gidiyor; “Bütün tasarruflarında, Muhammed(SAS) durumu Allah’ın durumu gibidir. Âlemde Muhammed(SAS)’den başka yoktur… Hakikatinin sonu idrak edilmez ve nihayetine vakıf olunamaz. O, iman ettiğimiz gaybettendir… Beşeriyeti nur olduğu için onun tüm ifrazat ve artıkları(Teri, Tükürüğü, Bevli, Gaytası) tertemiz ve mukaddestir. Vücudunun diğer cisimleri gibi gölgesi yoktur. Âdeme üfürüldüğü buyrulan nur işte bu Muhammed’i nurdur.”(Nefahatül akdesiye s.77)
Yüceltmelere kısa örnekler: Resulüllah güreşte bir numaraydı, (şifa 1/69) koşuda bir numaraydı. Gözleri herkesten ayrı olarak geceyi de gündüz gibi görürdü.(Hasais1/61) Bir yere oturduğu zaman omuzları herkesin omzundan yüksekte olurdu, gölgesi yoktu yere düşmezdi. Bin tane ismi vardı, üzerine sinek konmazdı.
“Âlimler dediler ki; Her peygamber verilen mucize ve üstün özelliklerin ya benzeri yâda daha üstünü kesinlikle peygamberimize verilmiştir.”(Şifa 1/369 Suyuti)
“Ebu Nuaym’den: Yusuf’a tüm nebi ve resullerin ve hatta tüm varlığın güzelliğinin toplamından daha fazla güzellik verilmiştir. Bizim peygamberimize (S.A.S) Yusuf da dâhil hiçbir kimseye verilmeyen güzellik verildi.”(Hasa is 2/181)
Hz. İsa’ya nazıra olsun diye; “İbni Sebin, Hz. Peygamberin beşikteyken melekler tarafından sallandığını ilk konuştuğu sözlerinde “Allah-u ekber kebiran vel hamdü lillahi kesira” oysa bu söz seneler sonra bir bedevinin söylediği rivayet ediliyor. Yine aynı kaynakta Hz. İsa’ya karşılık olsun diye Rasullah’ın ölüyü dirilttiği konusunda rivayetler naklediliyor ve Hz. Meryem’e gelen yiyeceğin bir benzerinin Hz. Peygambere geldiği bildiriliyor.”(Hasa is 2/67)
Son olarak Hasan Basri ÇANTAY’IN şiiri olduğunu öğrendiğim güzel bir ilahi olarak söylenen şu iki mısrası da abartılı bulunmuştur.
Mahşerde nebiler bile senden medet ister.
Didarına müştak olan Yezdan diye sevdim.
Aşırı yüceltmecilerin bu tasavvurlarına çok çeşitler bulabiliriz. Bu yazımda bu kadarla yetinip bir sonra ki yazımı bu yüceltmeyi ret eden görüşlere ayırmak istiyorum ve en iyisi peygamberi de kuran-ı kerimden tanımak gerekir diyorum.
PEYGAMBERİMİZİ ÖVMENİN ORTA YOLU
Bir evvelki yazımda birkaç örnek ile gösterdiğim gibi, Peygamber efendimizi övmede ifrata kaçanlar çok olmuştur. Bu yüceltmeci tasavvuru savunanlar. Peygamberi insanüstü yarı ilah konumuna çıkarıp dini içerden bozmaya, şirke bulaştırmaya çalışan münafıklar, samimi Müslüman olmayan Yahudi dönmeleri olduğu gibi, geçmişte mensup olduğu şirke bulaşmış dinlerinin ve milletlerinin İslam’ın karşısında ki yenilgilerinin intikamını almaya kalkan fanatik Mecusiler veya Hindular olmuştur.
Diğer taraftan Hz. Musa’yı ve Hz. İsa’yı sınır tanımayan hatta Hz. İsa’yı ilahlaştıran Hıristiyanların aşırı övmelerine cevap yetiştirme ve bizim peygamberimiz onlardan niye aşağıda kalsın kaygısından kaynaklanan yüceltmelerde az değildir. Birde bu duygulardan azade hiçbir menfi kasıt taşımadan Allah Resulü’nü övmede haddi aşanlarda vardır.
Konu ile ilgili yüzlerce mevzu (uydurma) hadis olduğu gibi Ahmediyye, Muhammediye, Karadavut örneğinde birçok kitaplar da bu tür abartılara rastlaya biliriz.
Her ne sebeple olursa olsun böyle yanlış bir tasavvur meydana gelmiş birçok esere bu anlayış girmiştir. Son zamanlarda kutlanmaya başlanan kutlu doğum haftası programlarında peygamber efendimizi anlatmaya çıkan birçok kişi mevzu hadisleri ve aşırı yüceltmeci anlatımları konularına mesnet etmeye çekinmiyorlar. Hâlbuki peygamber efendimizi en güzel şekilde öven, konumunu apaçık ortaya koyan kuran-ı kerim ve bizzat Resülullah’ın kendi ifadeleridir.
Şu iki örnek konumuza en açık delildir.
“Muhammed sadece bir elçidir, ondan öncede elçiler gelip geçmiştir. O ölür ya da öldürülürse, ökçelerinizin üzerine gerimi döneceksiniz? Kim ökçeleri üzerine geri dönerse iyi bilsin ki Allah’a hiçbir zarar vermiş olmaz(3.144)”
“Beni Hıristiyanların Meryem’in oğlunu yücelttikleri gibi yüceltmeye kalkmayın ben yalnızca bir kulum, benim için şöyle deyin o Allah’ın kulu ve elçisidir.”(Hadis)
Bir adam peygamber efendimize dedi ki; Ey Muhammed, ey efendimiz, ey efendimizin oğlu! Resülullah hemen müdahale etti: “Ey insanlar sözlerinize dikkat edin ki şeytan sizi hükmü altına almasın! Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve elçisiyim! Vallahi beni Allah’ın beni yerleştirdiği konumumdan daha fazla yüceltmeye kalkmanız hoşuma gitmez. (Buhari, A. İbni Hanbel Müsnet)
Bu Efdaliyat (üstünlük) düşüncesi İslam’ın başını ağrıtan meselelerdendir. Onun için Resülullah (S.A.S) başından beri ashabını ikaz etmiştir. Bir gün birisi Resülullah’a “ya hayral beriye”(ey yeryüzünün hayırlısı) diye çağırdı. Resülullah o kişiye cevaben “O dediğin İbrahim’dir buyurdu.
Biri Müslüman diğeri Yahudi iki kişi tartıştılar. Müslüman “Allahın insanlık içersinde seçip üstün kıldığı Muhammed’dir” dedi. Yahudi de “Hayır Musa’yı üstün kılmıştır” dedi. Tartışma şiddetlendi Müslüman Yahudi ye bir tokat vurdu. Yahudi peygamber efendimize gelerek olayı anlattı. Müslüman’ı şikâyet etti. Resülullah buyurdu ki: “ Beni Musa’dan üstün tutmayın. İnsanlar kıyamet günü bayılacaklar, bende onlar ile bayılacağım. Ayıldığımda Musa’yı arşa yapışmış olarak göreceğim. Bilmiyorum oda bayılıp benden öncemi ayılacak,” (Ahkamül kuran)
Yine bir başka izahta Resülullah “görev yerini terk eden Hz. Yunus’a karşı gönüllerde oluşabilecek olumsuzluğu önlemek için kimseye, “Ben Yunus meta’dan daha hayırlıyım demek yaraşmaz” buyurmuştur.
Resülullah en iyi ve en yakından tanıyan eşi Ayşe şunları anlatıyor. “Bir gün Hz. Ayşe’nin yanında oturuyordum. Aişe dedi ki: Ey Mesruk üç şey var ki, kim bunlardan birini söylerse Allah’a iftiraların en büyüğünü yapmış olur.” Ben “nedir onlar” dedim. O cevap verdi; “Kim Muhammed rabbini gördü derse o kimse Allah’a en büyük iftirayı etmiş olur.” Bende dedim ki “Ey müminlerin annesi dur bakalım öyle acele etme. Allah “ve onu apaçık ufukta görmüştü.(81.23)” “ve onu bir kez daha gördü.(53.13) buyurmuyor mu? O dedi ki “Bu soruyu Resülullah’a ilk soran benim. Resülullah ise: gördüğüm sadece Cebrail idi onu yaratılmış olduğu aslı suretinde bu ikisi dışında hiç görmedim. Onu muhteşem yapısıyla gökten iniyor halde gördüm” dedi.
Hz. Peygamber Hudaybiye’de Mekkeliler ile anlaşma yaptıktan sonra orada bulunan müminlerden(bey’at) istemişti ve bir ağacın altında onların bağlılık taahhütlerini kabul etmişti. Bu bey’at Allah’ı da, elçisini de razı etmişti. İşte bu ağaca bu nedenle “Hoşnutluk ağacı” (Şeceretü’r Rıdvan) adı verildi. Bu ağaç çok geçmeden ziyaret yeri haline geldi. Hz. Ömer’in hilafeti döneminde hacca giden kafile bu ağacın altında teberrüken nafile namazı kıldıkları haberi halifeye ulaşınca Hz. Ömer bir görevli gönderip ağacı kökünden söktürdü.(İbni Sad Tabakat)
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Yazımın başında Resülullah’ı en iyi tanıtan kuran-ı kerim demiştim onu ayetler ile anlayalım.
“Sende öleceksin onlarda ölecekler.(39.30)” “Her insan ölümün acısını tadacaktır(3.185)” “Onlar, hala neden onu rabbinden hiç Mucizevi işaretler indirilmiyor diye sorarlar. De ki mucizeler yalnızca Allah’ın kudretindedir, ben ise sadece uyarıcıyım.(29.50)” “Hayret bu kitabı onlara iletmen için sana indirmemiz kendilerine yetmedi mi?(29.51)”Ey peygamber Allah’tan sakın ve inkârcılara ve ikiyüzlülere uyma! Allah bilendir, bilgedir. Sana rabbinden vahyolunana uy! Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’a güven vekil olarak Allah yeter.” üç ayette Allah Resulünü açıkça uyarmaktadır. Tıpkı aşağıdaki ayetler gibi.
Sen sana bu kitabın verileceğini ummazdın o ancak rabbinin bir rahmetidir. Öyleyse sakın inkârcılara arka çıkma! Allah’ın ayetleri sana indirildikten sonra sakin seni onlardan alı koymasınlar. Rabbine çağır ve sakın putperestlerden olma. Allah’la beraber başka bir Tanrıya seslenme ondan başka Tanrı yoktur. Onun dışında her şey yok olacaktır. Hüküm onundur, ona döndürüleceksiniz.”(28.86.87.88)
“Ey Muhammed neredeyse bize karşı ondan başka bir şey uydurman için seni, sana vah yettiğimizden çevireceklerdi, o zaman seni dost edinirlerdi.” “Eğer biz seni sağlam tutmasaydık az kalsın onlara biraz meyledecektin” Bu durumda sana hem hayatta hem de öldükten sonra (azabi) kat-kat tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcıda bulamazdın.(17.73.74.75)
“Eğer Muhammed bize bazı sözler isnat etmiş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve onu şah damarından koparırdık hiç birinizde onu koruyamazdınız.”
“Deki “Allah dilemedikçe ben kendime bir fayda ve zarar verecek güce sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben ancak inanan insanları için uyarıcı ve müjdeciyim.(7.188)
Peygamber efendimizin sonrakilerin uydurma abartılarından uzak gerçek konumunu bildiren ayetler çoktur. Ben yazımı yine Resülullah’ın sözü ile bitiriyorum.
“Bana verilen şey sadece Allah’ın bana indirdiği vahiydir.(Buhari Fedailil kuran)
VAHİY VE MELEKLER
Bir evvelki yazımda tekke ve türbe ziyaretlerinde yaşanan noksanlıklara dikkat çekmiştim, o yazıda da görüldüğü gibi insanlarımızın inancın da kaymalar ve aşınmalar var. Dolayısıyla yapılması gereken imanımızı kuvvetlendirecek konulara ağırlık vermek. Bu nedenle yine bizim küçük Risaleye başvuralım ve Vahiy’in ve Meleklerin ne olduklarını anlamaya çalışalım.
Şimdi birazda kitapların Peygamberlere nasıl verildiğinden, meleklere, ne diye itikat edileceğinden bahsedelim. Bilmiş olalım ki Cenabı Hak tarafından Peygamberlere kitap getiren “Cebrail” Aleyhisselam’dır. Bu vazifeyi ona Cenabı Allah vermiştir. Cebrail insan değildir, melektir, kimseye görünmeden gelip bildireceğini bildirir. İşte Allah tarafından Peygamberlere böyle kitap gelmesine, emir gelmesine “vahiy” denir.
Vahiy geldiği vakit Peygamber efendimizin mübarek yanakları gül gibi kızarır, biraz öyle kendilerinden geçer gibi olurlardı, en soğuk zamanlarda bu hal gelince alınları ter içinde kalırdı, o sırada yanlarında bulunanlar bu hali görürler, vahiy geldiğini anlarlardı. Peygamber efendimizde vahiy tamam olunca kendilerine Allah tarafından ne bildirildi ise bir harfini bile unutmaksızın ashabına bildirirler, yazdırırlardı.
İşte böylece Cebrail Aleyhisselam’ın peygamberlere bildirdiği kitaplar hep Allah kelamıdır. Melek sözü, peygamber sözü değildir. Meleğin, peygamberin vazifesi arada bir elçiliktir. Emir veren, kitap gönderen cenabı Allah tır. Telgraf çektiren ile telgrafçı buna güzel bir örnektir.
Telgrafçı makinenin başına oturup makinenin tıkırtısını dinler, bir taraftan da bir şeyler yazar, sonra da bakarsınız ki ortaya bir telgraf çıkar; mesela şöyle olacak böyle gidecek diye bir vali tarafından verilmiş bir emir. Şimdi bu emri sizin gözünüzün önünde yazan kim?
Telgrafçı.
Pekâlâ. Telgrafçı o emri kendiliğinden mi yazdı, yoksa ona başka bir bildiren mi var?
Elbette bir bildiren oldu, o da yazdı, yoksa o emri ve herkesin akıl eremeyeceği bir takım ehemmiyetli şeyleri telgrafçı kendiliğinden nasıl bilir, nasıl yazar? İşte bu bir temsildir; asıl emirleri veren, asıl peygamberlere kitapları gönderen Allah tır, Cebrail arada bir elçidir. Şimdi gelelim meleklere:
Cenabı hak melekleri türlü-türlü yaratmıştır, onların yaradılışı bizim yaradılışımıza hiç benzemez; bunun için biz onları göremeyiz, ne odlularını bilemeyiz; lakin bizim göreme mekliğimizden meleklerin olmaması lazım gelmez. Çünkü bizim görmediğimiz sade melek mi? Daha nice şeyler vardır hiçbirini göremiyoruz, neyin nesi olduklarını bilemiyoruz, her göremediğimiz şeye yok mu diyelim? Elimizle tutamıyoruz, gözümüzle göremiyoruz diye kendi canımızı da inkâr mı edelim? İnsanın canı görülüyor mu, ne olduğu biliniyor mu?
Bunun bir örneği elektriktir; o telgraflar, makineler işletip lambalar yakan, daha bin türlü marifetler gösteren elektriği de gözümüzle göremiyoruz, onun da ne olduğunu bilmiyoruz, şimdi kalkalım da elektriği inkâr mı edelim?
Sakın birden bire sözümü yanlış anlamayın! “Elektrik görülüyor ya, neden görülmüyormuş?” demeye kalkmayın! O bizim gördüğümüz, o bizim bildiğimiz elektriğin kendisi değildir. Parlaklığı, sıcaklığı, hızı, kuvvetidir, elektriğin asıl kendisini görmek bizim için kabil değildir. İşte görünmeyen şeylerin kimi ruh gibi, elektrik gibi böyle akıl ile bilinir, kimini de Allah bildirir.
Kuran-ı Kerim gösteriyor, Peygamber efendimiz de haber veriyor ki; Allah’ın yaratmış olduğu birçok melekler vardır, onlarda öyle erkeklik dişilik yoktur. Yemezler, içmezler, Allah’a karşı gelmezler, daima Hakkın emrini yerine getirirler, vazifeleri ne ise hep onunla meşgul olurlar. Meleklerin kimi peygamberlerle görüşür, kimi ruhlarla uğraşır, kimi dünyanın tertibine nizamına karışır, kimi de insanların etrafında döner dolaşır. Elhasıl Hak Taala türlü- türlü melekler yaratmış, her birini bir şeye sebep kılmıştır, kudretini kuvvetini onlarla göstermiştir. Meleklerin haddini hesabını Allah’tan başka kimse bilmez; onların içinde en ziyade mertebesi büyük olanlar: Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil’dir.
İşte melekleri böyle bilin, onlara böyle itikat edip daha ileriye gitmeyin, acaba melekler ne imiş, nasılmış diye düşünüp durmayın! Yaradan Allah böyle yaratmış, meleklerini bizden gizlemiş, bu dünyada bize onları göstermek istememiş, ne diyelim hikmetinden sual olunur mu? Nasıl dilerse öyle yapar, bazı mahlûkunu gizler, bazısını gizlemez; kimini yürütür, kimini yüzdürür, kimini havada uçurur, kimini yerde süründürür, kimini de böyle melek yapar, bir anda yerleri, gökleri dolaşacak bir halde yaratır, ona karşı güçlük mü var?
Bir kimse Allah’ın kudretine, kuvvetine iman ettikten sonra artık Allah tarafından peygamberlere melek gelip haber getirmesine inanmazlık edemez. İster melekler peygamberlerin gözüne melek kıyafeti ile görünsün, ister insan kıyafetinde girsin de öyle görünsün, ister hiç görünmeden diyeceğini desin. Cenabı Hak her türlüsüne kadirdir; yapan, yaratan Allah olduktan sonra bunda inanılmayacak bir şey yoktur. Meleklerin gelmesi gitmesi için bizim bildiğimiz gibi adım atmak, kanat açmak lazım değildir, bir anda yıldırımları indiren Allah isterse bir meleğini gökten yere indiremez mi? Öylelik ile peygamberlerine bir takım sözler söyletemez mi? Hay hay bir meleği değil, milyonlarcasını da indirmeye kadirdir. İndiren, gönderen kim, ulular ulusu olan Cenabı Hak değil mi? Bütün dünya’yı yok iken var etsin de bir melek yaratıp peygamberine hâşâ göndermesin; Estağfurullah! Allah’ı bilen böyle şeylerde hiç şüpheye düşmez, şüphe edenler hep layık’ı ile işi anlayamayanlardır.
Bazı kimseler derler ki “canım meleklerin kanadı varmış, yağmuru göklerden hep melekler indirirmiş, bunlar nasıl olur, Azrail bir anda binlerce kişinin ruhunu nasıl alır?”
Böyle diyenlere karşı kestirme cevap olarak biz deriz ki: Yahu meleklerin kanadı olursa, yağmurları göklerden melek indirirse ne olur, kıyamet mi kopar? Rica ederim siz melekleri ne sanıyorsunuz? Onlar hep kanatlı-kanatlı hacı babalar, tüysüz tüssüz delikanlılar yahut güzel-güzel, kızlar yumul-yumul çocuklar mı zannediyorsunuz? Siz insanın ruhunu bir kuşa; Azrail’i de evden eve seğirtip duran bir umacıya mı benzetiyorsunuz? Sonra bizi de melekler için mi böyle mi itikat ediyor belliyorsunuz?
Hayır, hayır! Bizim öyle itikat ettiğimiz yoktur. Hıristiyanların melek diye yaptıkları resimlere biz güleriz, öyle şeylere hiç ehemmiyet vermeyiz; biz sade meleklerin varlığına inanırız, bizim kıyafetimizde, bizim yaradılışımızda bir şeyler olmadığına itikat ederiz, ne olduklarını, neye benzediklerini bilmeyiz, bilmekte vazifemiz değildir.
Bunun için meleğin kanadı der demez hatıramıza kuşların kanadı gelmez; belli bir şeydir ki her şeyin kanadı kendine göre olur. Elbette kuşkanadı ile kapı kanadı bir değildir, o da kanat, bu da kanat amma biri tüyden, deriden, sinirden, kemikten ibaret; öteki de ağaçtan, tahtadan, çividen, çomaktan ibaret; hele ananın babanın evlat üzerine açtığı kanatla yel değirmeninin kanadı arasında da dünyalar kadar fark vardır.
Meleğin kanadı olunca elbette oda kendine göredir, elbette öyle senin benim bildiğim gibi bir kanat değildir. Meleğin kendini anladıkta şimdi kanadının neden olduğunu mu anlamak kaldı? Ruhun ne olduğunu öğrendikte sade Azrail’in ruhları almaya nasıl yetiştiğini mi öğrenmek kaldı? Biz daha kendimizi anlayamadık, neyin nesi olduğumuzu layık’ı ile öğrenemedik, nerede kaldı ki ruhlar, melekler. İşte insan burayı düşünmeli de azıcık insaf etmeli; Cenabı Hak meleklerle gök gürledir, yağmur yağdırırsa, bu dünyanın düzenini onlarla idare ettirirse bundan da anlamalı ki melekler öyle bebekler değil, bizim aklımızın fikrimizin eremeyeceği bir takım acayip şeylerdir.
Bir anda binlerce insanın eceli gelip ruhlarını Azrail kabzederse bundan anlamalı ki ruhta, Azrail de öyle bizim anlayabileceğimiz şeylerden değildir. Ruh, Allah’ın bir sırrıdır, melekler de orta yerde birer sebeptir. Allah kudretini onlarla göstermiştir; işte o kadar. Amma Cenabı Hak dileseydi melekleri karıştırmadan da bu nizamı verirdi, araya Cebrail koymadan da peygamberlerine bildireceğini bildirirdi, lakin bunun böyle oluşunda nice hikmetler vardır.
Bir kanat değildir. Meleğin kendini anladıkta şimdi kanadının neden olduğunu mu anlamak kaldı? Ruhun ne olduğunu öğrendikte sade Azrail’in ruhları almaya nasıl yetiştiğini mi öğrenmek kaldı? Biz daha kendimizi anlayamadık, neyin nesi olduğumuzu layık’ı ile öğrenemedik, nerede kaldı ki ruhlar, melekler. İşte insan burayı düşünmeli de azıcık insaf etmeli; Cenabı Hak meleklerle gök gürledir, yağmur yağdırırsa, bu dünyanın düzenini onlarla idare ettirirse bundan da anlamalı ki melekler öyle bebekler değil, bizim aklımızın fikrimizin eremeyeceği bir takım acayip şeylerdir.
Bir anda binlerce insanın eceli gelip ruhlarını Azrail kabzederse bundan anlamalı ki ruhta, Azrail de öyle bizim anlayabileceğimiz şeylerden değildir. Ruh, Allah’ın bir sırrıdır, melekler de orta yerde birer sebeptir. Allah kudretini onlarla göstermiştir; işte o kadar. Amma Cenabı Hak dileseydi melekleri karıştırmadan da bu nizamı verirdi, araya Cebrail koymadan da peygamberlerine bildireceğini bildirirdi, lakin bunun böyle oluşunda nice hikmetler vardır.
KABİR VE AHİRET
Bakın buraya kadar dünyamızı düşünerek Mevla’mızı tanıdık, bu âleme niye geldiğimizi anladık, peygamberlere, kitaplara, meleklere nasıl inanacağımızı öğrendik, artık sıra öteki dünyaya geldi, birazda oradan bahsedelim, insanlar gözleri yumulunca ne oluyorlar, ne hale giriyorlar? Azıcık ta bunları söyleyelim.
Şimdi hep biliyoruz, hep görüyoruz ki ölüm gelince insanı alıp götürüyor, sanki bu dünyaya hiç gelmemiş gibi bir hale getiriyor. O, insanı koşup gezdiren can gidince ceset suyu çekilmiş değirmen gibi kalıyor, sonra gitgide öyle bir kılığa giriyor ki artık onu mezardan başka bir yer paklamıyor.
Bir vakitler güller, çiçekler gibi olan insanın vücudu orada şişiyor, kurtlanıyor; deşilip dağlıyor, en sonunda eriyor, çürüyor ve toprağa karışıp gidiyor. Lakin unutmamalı ki bu hale gelen hep insanın cesedidir, bedenidir. Yoksa cana, ruha bir şey olmaz. Ruh, o topraktan gelmedi ki yine o toprağa gitsin, onun âlemi başkadır.
İnsanın ruhu tıpkı vatanından uzak düşmüş bir garibe benzer. Ruhun elinde olup olacak bir atı, bir bineceği vardır ki oda bedenidir, vücududur, ona bir nimettir. Bu nimet elde iken kadrini bilir de kendini gurbet elinden, tehlikeli korkunç yerlerden kurtarırsa, vatanına, cennetine, asıl âlemine dönebilirse ne ala! Yok, eğer yollarda eğlenip haylazlık ederse, elindeki atını kaptırıp yarı yolda kalacak olursa vay onun başına geleceklere.
İşte asıl yiğitlik tende iken, fırsat elde iken yol alıp cennete yaklaşmaktadır. Asıl marifet adiliği, bayağılığı bırakıp bir ayak evvel melekleşmektir. Bir insan fenalıklardan ne kadar uzak olursa mertebesi de o kadar artar. Allah’a da o kadar yakın olur. Bir adam fenalığa ne kadar çok dalarsa Allah’ın rahmetinden o kadar çok uzak olur.
İşte Neuzü billâh böyle fena adamlar ölünce başlar ruhları sıkılmaya. Ölüm her ne kadar ruhu bedenden ayırırsa da yine aradaki ilişki kesilmez. Ruh yine cesedin üzerine titrer durur, sade elini ayağını kımıldatamaz. Öyle eskisi gibi kalbine hükmü geçemez, geçemez ama sevgili vücudunun ne olduğunu, ne hale girdiğini hep görür, bilir. Sadece öyle inmeli adamlar gibi hiçbir şeye gücü yetemez, kendine asla kumanda edemez. Aman Yarabbi ne zor şey! Uyan uyanamazsın, kalk kalkamazsın, edemezsin!
İşte ilk sıkıntı, ilk azap buradan başlar. Ruh bakar ki o kıyametli vücudunu tutuyorlar, kaldırıyorlar, bu adam da bu evin, bu barkın sahibidir demeyip alıyorlar, götürüyorlar. Onu sevgili evladından, ayalinden zorla ayırıyorlar. Tabut, teneşir, kefen, mezar…
Ah hep bunlar ruhun hiç sevmediği, hiç hoşlanmadığı şeyler! Hepsi soğuk, hepsi korkunç… Hele o mezar yok mu? O hepsinden beter. Bir kere dar mı dar, karanlık mı karanlık, yalnız mı yalnızdır. Hiç böyle yeri insanın ruhu sever mi? Ruh dediğin hep geniş, ferah yerler ister. Daima açık aydınlık yerlerden hoşlanır, daima eşle dostla kalmak arzu eder. O, öyle görmüş, öyle yerlere alışmış; şimdi bu mezarda ne yapsın, bu belaya nasıl tahammül etsin?
İşte gönülleri Allah’a karşı kapalı olan fena kimseler böylece ölümün, ayrılığın acılarını birer-birer görerek, tadarak kendini mezarda görünce korkar, sıkılır. Bunalır, bin türlü azaplar çekerler. Sonra bunlar yetişmiyormuş gibi bir de sorguya, suale çekilir. Başlar bir takım azap melekleri görünmeye. Onlar ona sorarlar “Ağa mısın, efendi misin, her ne isen, söyle bakalım, senin Rabbin kimdir? Ne din tuttun, hangi peygambere uydun, kitabın nedir, kıblen neresidir, nesin, ne millettensin?” derler.
Şimdi bu zavallılar ne cevap versinler? Kimi Mevla’sını bırakıp şeytana tapmış, hep onun dediğini yapmış; kimi paraya tapmış, para için her şeyi ayakaltına almış; kimi de Allah’ını tanımamış. Dünyada iken her şeyi bilmiş, her şeye akıl erdirmişte Mevla’sına gelince zihni doğrusu kendini düşündürmemiş yahut düşünmek işine gelmemiş.
İşte o vakit bunlar hep pişman olurlar amma o pişmanlık bunları azaptan kurtarmaz. Belanın birinden kurtulup birine tutulurlar. Nerde bir huylanıp hoşlanmadıkları şeyler varsa hepsini kendilerine üşüşmüş görürler. Fena sesler işitirler, fena kokular duyarlar; dünyada yaptıkları bütün fenalıklar da hep karşılarına çıkar. Bu da onları büsbütün sıkar, bin türlü mihnet ve meşakkat çekerek kıyamete kadar öyle kalırlar.
Allahın emrini tutup peygamberin gösterdiği yola gidenler, millet, memleket uğrunda can verip şehit düşenler, onlar hiç ölüm ayrılık acısı çekmezler. Kabir azabı görmezler. Allah onlara o acıları, o sıkıntıları duyurmaz, o korkunç şeyleri göstermez. Onların ruhuna Cenabı Hak bir neşe, bir lezzet verir, bir takım iyi şeyler göstererek güzel sesler, güzel kokular duyurarak onları tatlı bir uykuya daldırır. Vücut mezarda yatar lakin ruh hep cennetler seyrederek sefasına bakar. Öylelerine göre ölümün, ayrılığın ne ehemmiyeti olur?
İşte bilmiş olunki insanlar böylece ya iyi, ya fena olarak geçireceği âlem; dünya ile ahret arasın da bir şeydir. Bu bir defa dünya değildir. Çünkü ölüm gelince dünya biter gider. Tam ahret te değildir, zira daha kıyamet kopmamıştır. Ne dünya, ne ahret, öyle ikisi arasın da bir şey durumundadır. Bu nedenle kabir azabı tamam ile ahret azabına benzemez. Ahrette ceza görecek hem ruhtur hem cesettir. Lakin kabir de asıl azap görecek ruhtur. Bu böyle olduğundan ölülerin çektiğini diriler görüp anlayamazlar. Bilir misiniz bu tıpkı korkunç rüya gören ile yanın da uyanık oturan kimseye benzer. Bazen insan korkulu rüya görür, bir yerlerden düşer, bir şeylerden korkar, kaçmak ister kaçamaz; ne sıkıntıdan, ne azaplardan sonra güç hal ile uyanıp o işkenceden kurtulur.
Şimdi size sorarım o adam bu rüyayı görürken mesela o rüyada ki akreplerin, yılanların belasını çekerken yanında bulunanlar bir şey göre biliyorlar mı? Hayır göremiyorlar! Göremiyorlar ama o uyuyan adam görüyor, onun canı yanıyor ya, asıl siz ona bakın! Başkasının görmemesinden ona bir fayda yoktur. İşte kabir azabını herkesin görmemesi de buna benzer.
Başkaları varsın görmesin, anlayamasın, azabı çeken çekiyor ya, o bitmez tükenmez bin bir türlü sıkıntıları geçiriyor ya! Onu üzüp-üzüp bunaltmak için bu kadar yetişir. Başkaları ha görmüş ha görmemiş onca ikisi de birdir.
Sakın siz sözümü yanlış anlayıp ta “ kabir azabı rüya gibi bir şeymiş?” diye ehemmiyet vermemezlik etmeyin! Ben ölülerin azabını dirilerin görmemesine rüyayı örnek gösterdim ki iyice anlaşılsın diye size onunla temsil getiriyorum. Yoksa kabir azabına haşa önem vermemezlik etmiyorum.
ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLMEK VE ÖTEKİ ÂLEM
Dünya ile ahret arasını biraz anladık, insanlar hemen ölür ölmez cennete yahut doğru cehenneme gitmediğini öğrendik. Şimdi artık azıcık ta ahretten, kıyametten bahsedelim.
Bilmiş olun ki ahret gününe inanamayanlar, hep Neuzü billâh Allah’ını bilmeyenlerdir. Allah-ı tanımayan kimse ahret gününe nasıl inanır. Elbette inanamaz, elbette öldükten sonra dirilmeği zihnine sığdıramaz. Öyleleri için ahret lafını bırakıp söze baştan başlamak yani her şeyden evvel onlara Allah-ı tanıtmak lazımdır. Çünkü Mevla’sını tanıyan ahret-i az çok aklı ile bulabilir, amma elbette peygamberlerin haber verdiği kadar bilemez.
Bir gün Peygamber Efendimizin dedesi “ Abdülmuttalip” Hazretlerine Şam tarafın da bulunan pek zalim bir kimsenin öldüğünü haber verirler. O vakit o zatı şerif sorar “ Bu adam acaba ne halde ölmüş” belasını bulmuş mu? O yaptıklarının, ettiklerinin cezasını görmüş mü?” der “ Hayır!” derler, “ hep öyle bildiğiniz gibi can yakarak, ev yıkarak, zevk ve safa sürerek ölmüş gitmiş” derler.
Bu sözü duyunca “Abdülmuttalip” Hazretleri sakalını eline alarak düşünür, düşünür de Çocuklar! Der, bilmiş olun ki mutlaka bu âlemden başka bir âlem daha olacak! Çünkü “Allah” adildir, kimsenin hakkını kimsede bırakmaz. Lakin işte bu zalim herifte herkesin hakkı kaldı gitti. Eğer bu hayat bu kadarsa, bu adamın ölmesiyle her şey oldubittiyse bunca mazlumun hakkı ne olacak? Sonra Allahın adaleti nerede kalır? Demek bu dünyadan başka bir âlem daha var ki haklı hakkını orada alacaktır. Herkes ettiğinin cezasını orada çekecektir.” Diye akliyle bulup ahrete iman eder.
Bu söz olduğu vakit Hazreti İsa’dan sonra peygamber gelmeyeli beş yüz seneden fazla olmuş, ortalık dinsizlik içinde kalmıştı, şimdi hamdolsun iş başkalaşmıştır, Kuran-ı Kerim gelmiş; iki Cihan Serverı zihinlerimizi açıp dünyamızı, ahretimizi bildirmiştir.
Artık biz Müslümanlar aklımızla buluyoruz, dinimizden de öğrenip iman ediyoruz ki, insan ölmekle iş bitmez. Toprağa girmekle adamın ettiği yanına kar kalmaz. Bu dünyadan başka birde ahret günü vardır. Burada yapılan, edilen şeylerin bütün hesabı orada görülecektir. Dünyada gizlenen kabahatler hep orada meydana çıkacak, herkes ettiğinin cezasını çekecektir. Haklı hakkını alacak, kimsenin hakkı kimsede kalmayacaktır.
Allah’ı tanıyıp Peygamber sözü tutanlar; imanını kurtarıp hesabını güzelce verenler Cennete gidecek; tembeller, günahkârlar, imansızlar da Cehennemi boylayacaktır. Cennette insan ne isterse, ne arzularsa hep bulacak, her şey hep herkesin gönlüne göre olacaktır. Cennete girdikten sonra ne ölüm vardır, ne de bir daha oradan çıkmak.
İşte Cennete ne kadar insanın keyfine göre ise Cehennem de o kadar adamın hoşlanmayacağı bir yerdir. Orada ateş vardır, azap vardır, nerede insanı sıkıp bunaltacak fena şeyler varsa hepsi Cehennemde mevcuttur. Günahkârlar orada günahları kadar azap çektikten sonra çıkarlar, lakin “Neuzü billâh” imansız gidenlerde Cehennemde temelli kalırlar. Onlara da ne ölüm vardır, nede oradan kurtuluş vardır.
Şimdi bunda inanılmayacak ne vardır? Bu dediklerim olmayacak bir şey midir? Cenabı Allah’ın -Hâşâ- gücü bunlara yetmez mi? Her bir zerresinde bin hikmet olan bu koca dünyayı Allah hiç yok iken var eder de insanları öldükten sonra bir daha diriltemez mi? Cihanı yaratmak, binlerce âlem vücuda getirmek ona göre güç bir şey midir?
Ahreti inkâr edenler, acaba Hak Teâlâ Hazretlerini ne sanıyorlar? Bir şey yaratmak için hâşâ öyle bizim gibi sıvanıp çalışmaya mı muhtaçtır zannediyorlar? Allah denilince acaba gözlerinin önüne ne geliyor ki ona bakıyorlar da “olamaz, bu Allah bizi öldükten sonra bir daha diriltemez” diyorlar? İnsan gözünün önüne aklın erebileceği şeyi getirirse, o zaman Allah-ı de, ahreti de her şeyi de inkâr etmeye kalkışır.
Hamdolsun biz böyle değiliz. Biz öyle gözümüzün önüne Allah’ı getiremeyiz. Cenabı Hakkı hâşâ hiçbir şeye benzetemeyiz. Biz biliriz, inanırız ki “Allah vardır, birdir, eşi menendi yoktur. Yaratır, yoktan var eder, her şeye gücü yeter, dünyayı kurar, insanları meydana getirir, yaşatır, öldürür, yine diriltir. Herkesi layık’ına göre Cennete koyar, Cehenneme atar, nasıl isterse öyle yapar. İşte biz böyle itikat ettiğimiz için Allah’ın kudretini, kuvvetini insanların gücü ile kuvveti ile ölçmeye kalkmıyoruz. Öldükten sonra insanlar nasıl olurda dirilir diye şaşıp kalmıyoruz.
Ey öldükten sonra dirilmeyi zihnine sığdıramayanlar! Ne olur gelin siz de biraz bizim gibi düşündürün beyninizi. Bakın biz bu dünyaya nasıl gelmişiz, bu gürültünün içine nasıl düşmüşüz? Asıl bu şaşıp-şaşıp kalınacak şey değil midir?
Düşünsenize bir kere yahu! Siz evvelleri ne idiniz, bakın şimdi ne oldunuz? Siz eskiden küçüktünüz, çocuktunuz, ana karnında şu idiniz, bu idiniz. Daha ötesi aranacak olsa tarlada arpa idiniz, buğday idiniz. Daha evvel de su ile toprak arasında bir şeyler idiniz. O zaman rica ederim siz, siz denecek bir halde miydiniz? Bakın şimdi “Allah ne yaptı, sizi ne hale getirdi? Boy bos, kalıp kıyafet, akıl fikir, daha neler-neler verdi. Evvelleri bir solucan kadar olamazdınız, şimdi bastığınız yerler titriyor. Buna, bu halinize niye şaşmıyorsunuz? Niçin “Hayır olamaz, biz bir çamurdan bu hale gelemeyiz!” demeye kalkışmıyorsunuz?
Nasıl kalkışacaksınız ki iş meydanda! Gizli kapaklı değil bir taraftan arkası gelip duruyor, gözünüzün önünde binlercesi dünyaya gelip sizler gibi insan oluyor.
İşte insanlar böylece yokken var oldukları gibi sonra varken yok oluyorlar. Günün birinde yine geldikleri yere dönüyorlar. Tarladan geliyorlar, tarlaya gidiyorlar. Bir mezardan bir mezara, bir kara topraktan bir kara toprağa gidiyorlar.
İşte insanlar sonra tekrar dirilecekler, bir başka âleme karışacaklar ama nasıl çıkacaklar, o âleme nasıl karışacaklar? Orası bize lazım değildir. Nasıl olursa olsun. Çıkaracak Allah çıkarır. Bu dünyada da daha bir başka türlü meydana getirir. Artık o kendinin bileceği bir şeydir! Bize düşen Ahret gününe inanmaktan ibarettir.
MAHŞER
Hep görüp, duyuyoruz ki eceli gelen bir taraftan göçüp gidiyor. Bir taraftan da çocuklar dünyaya gelip ölenlerin yerini dolduruyor. Böyle-böyle herkes cihanda bir defa boy göstererek nöbetini savıp-savuşuyor. Lakin bu hep böyle gitmez. Bir gün olur bu dünyanın da sonu gelir. Kıyamet kopup bu tertip bozulur. Yer yerinden oynayıp her şey alt-üst olur, yer gök birbirine katılır. Dağlar hallaç pamuğu gibi havaya atılır. Neden, nelerden sonra alem başka bir alem olur. Derken insanlar birde bakarlar ki, dünya değişmiş, iş başkalaşmış. Ne yer şimdiki yere benziyor, nede gök, hepsinde bir başkalık, hepsinde bir başka türlülük var.
İşte mahşer o dakikadan başlar, artık var seyret ana, baba gününü. Dünya kuruldu, kurulalı ne kadar insan gelip geçmiş ise orada toplanmış. Hiç kaçıp kurtulan yok. Peygamberlerden tut da Firavun-a, Nemrut-a varıncaya kadar hepsi mevcut. Herkes uzaktan, yakından birbirini görecek, birbirini tanıyacak. Herkes kendi derdine düşmüş, herkes kendi başından aciz kalmış. O sırada ahbap değil babasının oğlu bile olsa başını çevirip bakamaz. O gün ki günde insanın gözüne ne ana görünür, ne baba, nede çoluk-çocuk. Herkes nefsi-nefsi der, başka şey düşünemez, mahşer bu laf değil.
O kadar halk kaynaşır durur, kimse bir yerde karar kılamaz. Her keste bir telaş, bir helecandır gider. Bir taraftan korku, bir taraftan sıkıntı insanları büsbütün perişan eder. Kalabalık o kadar çok, o kadar sıkışmış ki bir ayaküstünde bin ayak. Hanı şöyle iğne atsan yere düşmez derler ya, öyle bir durum. Ağlayan kim, bağıran kim, ayaklar altında ezilip kalan kim; medet Allah! Bakarsın bir mazlum bir zalimin yakasına yapışmış sürükler,tartaklar,durur.O ettiğinden utananlar alemin gözüne görünmemek için saklanacak delik arayanlar mı dersin bini bir paraya; utanılmayacak gibi değil ki..
Dünyada gizli tutulup belli edilmeyen kusurlar, kabahatler hep meydana çıkmış, herkesin boyası bütün dışına vurmuş ve herkesin suçu adeta suratına yazılmıştır. İnsan dünyada ne ile meşgul olmuşsa onunla haşr olmuş; bu az şey midir? Bir adam bir kabahati yaptığı hal ile ortaya çıkarılıp âleme ilan edilecek olsa ne olur, ne hale girer? Onun için ölmek daha iyi değil midir? O sırada öylesinin arından, hicabından yüzünün derileri, etleri tamamen dökülse yeri yok mudur?
İşte bunlar hep olacak, peygamberlerin bütün dedikleri en sonunda yerini bulacaktır. Herkes layık olduğu kılığa, kıyafete girecektir. Bakarsın Neuzü billah kiminin suratı maymun suratına dönmüş, amma yine kim olduğu belli,acayip bir hal..
Fitnecilik edip halkı birbirine düşürenlerin dilleri enselerinden çekilmiş, yedikleri sillenin haddi hesabı yok. Haram yiyenler, âlemin hakkını boğazına geçirenler, çıldırmış gibi öteye beriye koşup dururlar. O çalıp çırptıkları paraların her biri bir ateş olmuş vücutlarına yapışmış, ne yapacaklarını bilmezler, içleri yanar tutuşur, ağızlarından ateşler dökülür.
İşte bunlar gibi nice mihnetler içersinde mahşer ahalisi çalkalanır durur. Neden sonra hesap, kitap, sorgu, sual başlar. Bir takım kitaplar, defterler meydana çıkar. İnsanın iyilikten, kötülükten neyi varsa hepsi yazılmış, bir tane noksan bırakılmamış. Hak Teala Hazretleri herkesin dünyada ne yapıp, ne işlediğini görevli meleklerine yazdırmış, kimsenin itiraz hakkı kalmamıştır. İyilik, kötülük herkesin gözü önünde teraziye konulup tartılır, gizli kapaklı bir şey kalmaz. Herkesin ne mal olduğu meydana çıkar.
Bunun böyle oluşundaki hikmet büyüktür. Çünkü mahşerin gürültüsü insanın aklını başından alıp, zihninde ne var, ne yok hepsini unutturur. Bunun için insanlar bunaldıkça “canım nedir bu belalar, biz ne yaptık ki, bu kadar sıkıp cenderelere koyuyorlar. Artık bu kadar da fazla” sözlere kalkışırlar. Herkes kendi kitabına bakınca iyi, kötü her ne ameli var hepsi birer-birer göz önüne getirilir. O vakit herkes yaptığından utanarak başını önüne eğer, yer yarılsa da içine girsem der.
İşte o zaman insanın bütün vücudu kulak kesilip, başlayacak Allah kelamını işitmeğe. O gün ki günde Cenabı Hak, herkesle elçisiz, tercümansız konuşur, herkesin layığına göre acı tatlı sözler söyler. Allah kelamı asilere, dinsizlere öyle şiddetli gelecek ki, onun yanında mahşerin sıkıntısı çok hafif kalacak. Allah-ü Teâlâ bütün azametiyle onlara şöyle seslenir: “Ey kulum bu nasıl geliştir, bu ne haldir. Ben seni dünyaya bu halde mi gönderdim. Sen ne hale girmiş, ne sıfatlar kazanmışsın. Ben seni böyle mi yarattım; Akıl verdim, fikir verdim, melekleri bile secde ettirdim; Yerde, gökte ne varsa hepsini size hizmetkâr kıldım. Sizi bu kadarla da bırakmadım; Size Peygamberler gönderdim, kitaplar gönderdim, doğru yollar gösterdim. Bunca nimete, bunca lezzete ve ikrama karşı sen ne yaptın, ne işler işledin söyle bakayım? Koca dünyada ki kazancın bu mu? Bu pis günahlardan mı ibarettir. Ben seni dünyaya bunları kazanasın diye mi çıkardım? O boyu, o posu, o gücü kuvveti âlemin malına, canına, ırzına, namusuna göz dikesin diye mi verdim? Hanı iyi haller, güzel huylar; bunların hiç birinden sende eser yok. Yazıklar olsun bunca verdiğim nimete, var git şimdi belanı bul, cezanı çek” diye hitap eder.
Düşünün bir kere Mevla’sından böyle bir azarı işiten adam ne olur, ne hale gelir? Bu sözlere insan taştan, demirden olsa dayanamaz. Lakin bilmiş olun ki mahşerin bu sıkıntıları, bu üzüntüleri hep günahkârlara, asilere ve Neuzü billâh imansız gidenleredir; Yoksa Allah’ını, Peygamberini bilip dinin yolunu tutanlar; Hak, hukuk tanıyıp daima iyililerde bulunanlar kendilerini mahşerde bulunca, onlar öyle ayakaltında kalmazlar. İzzet ve ikram görüp tatlı dil, güler yüzle karşılanırlar. Hafif, kolay bir hesaptan sonra hemen cennete giderler. Hele şehitlere, kendilerini Allah-a sevdirenlere, ne sorgu, ne sual, ne sırat, ne mizan, doğruca cennete yollanırlar.
İşte biz Müslümanlar hep bunlara inanıp iman ediyoruz. Bunların hiçbirini Allaha karşı hâşâ güç bulmuyoruz. Zaten dünya yaratılıp ta şimdiki hale gelinceye kadar neler olmuş, ne kılıklara girmiş, nice zelzeleler olmuş, ne kıyametlerden sonra bu kıvama gelmiştir. Dünyayı yok iken yaratıp bu hale getiren Allah; dünyanın başına bir kıyamet daha koparamaz mı? Dağlarını taşlarını un ufak edip havaya savuramaz mı? Allahın kudretine, kuvvetine karşı dağın taşın, dünyanın, ahretin, mahşerin, mizanın, ne ehemmiyeti olur? Allah, öyle bir Allah’tır ki bir anda cihanı mahvedip yeni baştan halk ederde bundan kendisine asla fütur gelmez. Mahşer kurup halkı hesaba çekmek Allah-a göre bir hiçtir.
Cenabı Hak bir lahza içerisinde bütün mahşer ahalisini birden hesaba çeker, hepsiyle ayrı-ayrı konuşur, herkeste sade kendini hesaba çekmiş sanır; Cenabı Hak sade kendisiyle konuşuyor zanneder. O bir lahza da herkesin durumuna göre kısa veya uzun gelebilir. Bir zamanın uzaması ve kısalması; Bir kişi ile konuşurken başka biri ile konuşamamak bize göredir ve bu bir eksikliktir. Yüce Allah ise bütün eksikliklerden beridir. Allah için zaman ve mekân kısıtlaması yoktur.
Bu gibi şeylere inanmamak, hep Allah-ı gerçek manada bilmemekten ileri gelir. Allah-ı nı bilmeyen adam bu anlatılanlara güler geçer, bir türlü inanmaz. Böylelerine mizandan, sırattan dem vurmak boşunadır. Aslında bu kişilere önce Allah-ı tanıtmak lazımdır. Allah-ı bilen hiç şüpheye düşmez, bunların hepsine iman eder.
CENNET AHVALİ
Allahın sevgili kulları izzet ve ikram içersinde sıratı geçip Cennete doğru giderler. Artık onların o sıradaki sevinci dil ile tarif olunamaz. Nasıl sevinmesinler ki o kadar tehlikeler geçirdiler, ya onlarda başkaları gibi Cehenneme gideydiler. O sıkıntılara gireydiler ne yaparlardı, nasıl tahammül ederlerdi? O belalardan kurtulduklarına mı sevinsinler. Cennetlere girecekler, nice nimetlere kavuşacaklar bunlara mı şad olsunlar!.
İşte böyle sevinçler içinde kuş gibi süzülerek Cennete varırlar. Birde bakarlar ki; Cennetin kapıları açılmış, ortalığa nurlar saçılmış, her taraf miskler, amberler içersinde. Bir takım güler yüzlü, tatlı dilli kimseler onları karşılarlar, selam verip “gözünüz aydın olsun” derler. Artık bunlar Cenabı Hakka karşı Hamdi sena ederler, ellerin den gelse sevinçlerinden secdelere kapanırlar, lakin izzet ve ikramdan acaba vakit mi var? Uçuyorlar mı, yürüyorlar mı farkında bile olmadan Cennetin içine dalarlar, ne yapacaklarını bilemezler, sadece Cennetin o bitmez, tükenmez nimetlerini, güzelliklerini görüp geçerler. Gittikçe etraf güzelleşir, gittikçe hatır ve hayale gelmedik şeyler göze çarpar. Derken “işte efendim burası size mahsustur, buyurunuz!” derler, bir yer gösterirler.
Öyle bir yer ki ne ucu var, ne bucağı? Öyle yerler ki hani içinde yok-yok. O bin türlü mücevherden yapılmış köşkler, inciden dökülmüş çadırlar.. O zümrütlerden bin kat güzel şeylerden yaratılmış ağaçlar, o ağaçların, o köşklerin altından geçen pırlanta gibi sular, o elmastan, yakuttan çakıl taşları.
O köşklerin, çadırları tarife gelmez döşemeleri, dayamaları, süsleri nizamları.. O yiyecekler, içecekler, o kuşlar; hele o insanların etrafında duran nazlılar, pervane gibi dolaşan nazeninler.. Hiç şüphe yok ki bunlar Cennet nimetlerinin hepsinden ziyade insanın makbulüne geçer. Çünkü insan tek başına yahut hoşlanmayacak kimselerle öyle güzel yerlerde bulunsa o kadar zevk almaz, ama böyle ruhunun seveceği kimselerle beraber bulununca artık adamın sefasına nihayet olmaz.
Şunu bilmiş olun ki Cennet de Cehennem de hiç dünyaya benzemez, onlar başka bir âlemdir; o âlemin tertibi, nizamı o âlemin kuruluşu bambaşkadır. Bunun için Cennet de, Cehennem de şöyle şeyler vardır, böyle şeyler vardır denince hemen burada gördüğümüz şeyler aklımıza gelmesin! Zira orada olan şeylerin bu dünyada sade isimleri vardır, kendileri burada asla yoktur, olamaz.
Size diyorum ya; o âlem başka bir âlemdir, bu bizim gördüğümüz şeyler gibi değildir, başka türlüdür. İşte bu başka türlü olmakla beraber Cennette insanların hep hoşuna gideceği şeyler vardır, Cehennem de ise ruhun hiç sevmeyeceği şeyler vardır. Cennet ve Cehennem de olan şeyleri bu dünyada ki insanlara haber vermek için hep bizim bildiğimiz şeylerle tarif etmekten başka çaremiz yoktur.
Cenneti anlatmak müşkül olduğu gibi, Cennet güzelliklerini methetmekte o kadar kolay değildir. Onları tarif etmek için elmas gibi, pırlanta gibi dense yine azdır. İster istemez Cennettekileri böle güzel şeylere benzeterek tarif edeceğiz. İşte insanlar bu güzeller ve güzellikler arasına bir kere girdimi artık kendinden geçer. Nasıl geçmesin ki vücut rahat, gönül rahat, ne dünyada ki kaygılar var, nede ölüm korkusu.. Öyle bir Cennet ki insan ne tarafına baksa bir çirkinlik, bir noksanlık göremez, hepsi güzel, hepsi güzel gönlün seveceği şeyler. Ruhu sıkacak, insana hoş gelmeyecek hiçbir şey yok, hepsi ruhun zevkine göredir.
İşte insan bu nimetleri düşünürken, gözler o güzel şeylerin seyrine dalar, kulaklar kuşların ötüşünü, derelerin çağıltısını, ağaçların hışıltısını dinler. Tatlı sevimli bir rüzgâr da güzel kokular getirip insanın vücudunu okşar, ruhuna Safalar serper. Artık bunlara karşı can olsunda dayansın.
İşte bunların hep insanların dünyadaki iyiliklerinin, doğruluklarının, namusluluklarının mükâfatıdır. Bir kimse dünyada iken Allah-ı tanımış, peygamber tanımış, dinin gösterdiği yoldan ayrılmamış, her şeyde hakkına razı olmuş; Kimsenin malına, canına el uzatmamış nefsini ayağı altına alıp kimsenin ırzına, namusuna göz dikmemiş, her şeyde Mevla’sını düşünüp fena arzularının hep önüne geçmiş, sonra “haydi askersin gel” diyince mal mülk, çoluk çocuk düşünmeyip hemen vazifesine koşmuş bu uğurda gözünü budaktan esirgememiş, sırası gelince de seve-seve canını feda etmiş. Şimdi Cenabı Hak böylelerini hiç mükâfatsız bırakır mı? Bırakmaz, işte bu Cennetler, bu nimetler hep böyle kimseler içindir.
İşte cennetlikler o güzel yerlerde böylece bazen sade kendi sevgileri ile gülerek ahbapları ile görüşerek zevk ve safa sürerler. Derken ziyafetler başlar. Önce Âdem babamızın davetine gidilerek bütün evliya, enbiya ile görüşülür, herkes türlü-türlü nimetlerle ağırlanıp pek güzel bir zaman geçirilir. Sonra başka peygamberlerin de davetlerine gidilir, oralarda da öyle güzel vakitler geçirilir.
Sonra sıra Peygamber efendimizin ziyafetine gelir. Öyle bir ziyafet ki dil ile tarif acaba kabil mi? Mübarek cemalini rüyada bile görmek her kula müyesser olmayan sevgili peygamberimiz artık orada herkesle görüşür, herkese iltifat edip türlü-türlü hediyeler verir. İnsan dünyada hasretini çektiği o tatlı dile, o mübarek cemale mi sevinsin, öyle bir elden alınan hediyelere mi sevinsin?
Hani bu nimetlerin binde biri dünyada olacak olsa; insan bir defa değil elli defa zihnini oynatır. Çünkü insan o kadar sevince gelemez, amma Cennette böyle değil, orada öyle çıldırmak, çaldırmak yok. Cennette nimet çoğaldıkça insanın neşesi de o kadar artar. Neşe arttıkça da insan o kadar fazla lezzet duyar, bu da Allah’ın ayrıca bir nimetidir.
KIYAMET, MAHŞER, CENNET, CEHENNEM!
İnsanoğlu hep kıyametin ne zaman kopacağını merak etmiştir. Kimi Hadislerden yola çıkarak, kimi cifir ilminden istifade ederek kıyametin vaktini tayine çalışmıştır. Günümüzde kıyametin saatini, gününü, senesini tespit eden akılsızlar yok değil. Hâlbuki kıyametin saatini soran Hz. Cebrail’e, Peygamber Efendimiz “ Bu konuda soru sorulan, soran kadar bilgiye sahip değildir” buyurmuştur. Biz yine konuyla ilgili olarak 1931 de ki köy Hocamızın yazdıklarına bakalım.
Birazda kıyametin ne zaman olacağından bahsedelim. Kıyamet, kıyamet diyoruz. Acaba kıyamet ne zaman kopacak? Zamanı yakınmadır, uzak mı dır? Bunun için çok laflar edilir. Bir takım dedikodular işitilir, ben size bunun en doğrusunu söyleyip lafı kısa keseceğim.
Bilmiş olun ki kıyametin ne vakit kopacağını kimse bilemez! Peygamber Efendimiz sadece dünyadan geçen zamanı kalan zamandan çok olduğunu bildirmiştir, “ şu kadar sene sonra kıyamet kopacaktır!” diye, ne gizli, ne aşikâr hiçbir şey buyurmamıştır.
Eğer; peygamberimiz kıyametin vaktini bildirdi diyen olursa onu söyleyen yalancıdır, inanmayın!. Peygamber Efendimiz “kıyamete az kaldığını haber vermiş ya” derseniz. Sakın sözümü yanlış anlamayın! Peygamber Efendimizin bildirdiğine göre dünyanın kalan zamanı geçen zamandan azdır. Azdır amma geçene göre azdır. Ya geçen seneler bir milyondur da kalanı üç yüz bin sene ise?. Geçen seneleri sen bana say, bende sana kalan seneleri söyleyeyim. Ne sen geçen senelerin sayını bilebilirsin, ne de ben kalanları bilirim. Onu Allahtan başkası bilmez; Amma kıyamet alametleri diyeceksiniz, o başka..
Kıyametin küçük büyük bir takım alametleri vardır. Lakin kıyamet alametlerinden biri de Hazreti Âdemin yaratılmasıdır deniliyor. İyisi mi, siz işinizi gücünüzü bırakıp ta kıyametin vaktini hesaba kalkmayın! Kıyamet yakınlaşmış, artık çalışmak, çabalamak ne lazım diye işi gevşetmeyin. Kıyametin koptuğunu gözünüzle görseniz bile yine siz elinizdeki işinizle meşgul olun! Bunu böyle ben demiyorum, Peygamber Efendimiz diyor. Asıl marifet bu istikamette çalışmaktır. Şimdi gelelim mahşerin sonuna..
Mahşer de herkesin hesabı kitabı görülüp cennetlikler izzet ve ikramla cennete gidince cehennemlikler bunların arkasından boyunlarını büküp baka kalırlar. Sonra azap melekleri başlar onları ite kaka sürmeğe.. Cennete gidenler ne kadar nazlı, Naim ise, bunlarda o kadar hor, hakirdir. Ne yüzlerine bakan olur, ne de yalvarıp yakarmalarına kulak veren bulunur. Çünkü artık hesapları görüldü, herkes iyice öğrendi ki, kadın olsun, erkek olsun bunların hiçbiri acınacak bir mahlûk değildir. Sarhoşluk, kumarbazlık, düzenbazlık bunlarda, yalancılık, itirafçılık, namussuzluk, hayâsızlık bunlardadır. Eşkıyalık, haramilik, asker kaçaklığı, vatan hainliği mi dersin hepsi mükemmel olarak bunlarda mevcuttur.
Acaba dünyada yapmadıkları bir fenalık mı kalmış? Ne ana, ne baba bunlarla başa çıkabilmiş, ne de bir kimse. Her biri bir kara bela, hani şöyle hiç birinin Allah için iyi bir ciheti yok. Bu sebepten kimse onlara acımıyor, kimse onların yüzüne bakmıyor. Elbette öyleleri böyle olur. Onlar o fenalıkları, o gaddarlıkları yaparken hiç kimseye acıyorlar mıydı? Hiç kimseye zerre kadar insaf, merhamet ediyorlar mıydı? İşte Allah’ta adamı sonra böyle yapar. Bunlar böylece sürülerek, sürüklenerek sırat köprüsüne gelirler, birde bakalar ki ne baksınlar! Bunun adı köprü.
Bu köprü değil, herkesin ameline göre değişir acayip bir Akabe? Hele cehennemliklere göre onun ne bir baş derdi olduğunu anlatmak için “kıldan ince, kılıçtan keskin” demekten başka çare yoktur. Bas, basamazsın geç geçemezsin. Geri dön, kurtul acaba bırakan kim? Ensende elli tane zebani alimallah kaçmak değil insana şöyle göz açtırmazlar. E ne olacak? Hiç çaresi yok, ya bu köprüden geçeceksin, ya aşağı düşüp büsbütün belayı bulacaksın.
Ah buradan yıldırım gibi bir anda geçip kurtulanlara ne mutlu? Ne mutlu onlara ki bu belaların birini görmediler, bu sıkıntıları asla çekmediler?
Fazla durup düşünmeye mecal yok, ne olacaksa olacak, mutlaka çekeceksin! Geçemedin mi haydi teker tokmak Cehenneme… Cehennem de öyle bir cehennem ki şiddetinden kabına sığmaz! Hafazanallah sömürdüğü vakit insanları değil, filleri bile çöp gibi çekip alır, alevini savurduğu vakit uzaktan seyrine bile dayanılmaz. O öyle bir şey ki ne tarif edilir, ne tahammül getirilir.
İşte o vakit zebaniler cehennemliklere dönüp “yahu size peygamber gelmedi mi size bunun böyle olacağını bir kimse bildirmedi mi?” diyecekler. Onlarda onlara karşı içlerini çekerek “gelmedi değil, geldi. Lakin biz onlara inanmayıp türlü şeyler söyledik, o dediklerinizin aslı faslı yoktur dedik. Ah biz akıl edipte onları dinleyeydik böyle olmazdık, bu belaları görmezdik. Sersemlik ettik, peygamberlerin sözüne güldük, nasihat verenlerle eğlenmeyi bulduk” diye kabahatlerini ikrar edecekler. Ettiklerine bin kere pişman olacak, olacaklar ama ne fayda?
Sonra emir olacak bunlardan bir takımları Cehennemden çıkarılıp şöyle cennete doğru götürülecek. Uzaktan onlara cennet gösterilecek. Onlar oranın rahatını, oranın zevkini sefasını görecekler. Cennetin o güzel kokularını duyacaklar. “oh ne güzel kokular, ne güzel şeyler?” diyecekler, zannedecekler ki onlarda Cennete girecekler onlar da o nimetlere kavuşacaklar.
Derken bir emir gelecek “geri çevirin onları! Öylelerinin Cennetten nasibi yoktur” denilecek. Eyvah! İşte o vakit onlar öyle bir mahzun olacaklar, oradan Cehenneme öyle bir dönüş dönecekler ki hani öylesi daha kimsenin başına gelmiş değildir. Artık bu sefer Cehennem onlara eskisinden bin kat fena gelecek, o canım Cennetleri düşündükçe yüreklerine ateşler düşecek. O zaman onlar “Yarabbi! Keşke o sevgililerine verdiğin Cennetleri göstermeden bizleri yakaydın, daha iyiydi.” Diyecekler. O vakit Cenabı Hak onlara azamet ve Celali ile buyuracak
“Nasılmış şimdi mi Rabbiniz oldum da Yarabbi diyorsunuz? Beni şimdi mi tanıdınız? Dünyada iken ama hiç beni anmıyordunuz, hiç beni düşünmüyordunuz! Hep âlemi düşünürdünüz, herkesten çekinir, herkesin yanında bir kusur, bir kabahat yapmazdınız da yalnız kalınca her fenalığı yapardınız! Benim sizi gördüğüme hiç ehemmiyet vermediniz, beni hiç hatırınıza bile getirmediniz, işte bende adamı böyle yaparım! O güzelim Cennetlerden mahrum edip böyle bir Cehenneme atarım, böylelikle bana karşı gelenlerin hem vücudunu hem de yüreğini yakarım! Cezanızdır çekin” der. Bunun üzerine “ah ölüm nerdesin?” diyenlerin haddi hesabı olmaz ama ölüm nerede? Herkes ettiğinin cezasını bulsun diye ölümü öldürüp yok etmişler, artık bundan sonrası sadece ağlayıp, inlemek ve acı çekmek var.. Günahkârlar Cehennem de günahları kadar ceza gördükten sonra çıkıp cennete giderler, lakin imansız gidenler de Cehennem de temelli kalırlar.
Şimdi gelin bir dakikacık olsun Dünya’yı unutup şöyle düşünelim! Az çok tarif ettiğim o Cehennemi, orada çekilecek azapları göz önüne getirip kendimizi bir tartalım! Cehennemin lafı kolaydır amma iyi düşünülecek olursa adamı Alimallah çileden çıkarır. Çünkü insanı hamama bile kapatsalar yine dayanılmaz, yine takat getirilmez, nerde kaldı ki Cehennem!. Bilene göre sade Allahın rahmetinden uzak düşmek yeter, hiç Cehennem olmasa bile sade bu yürek acısı insanı yakar bitirir. Doğrusu bu pek düşünülecek şeydir, bunu masal diye dinleyenler kendini bilmeyip, gaflet içine de kalanlardır.
Şimdiden bunları düşünmeyenler, şimdiden bunlara inanmayanlar yarın inanır “Aman Yarabbi!” derler amma faide vermez, inanmak, uyanmak vaktinde gerekir. Şimdi aman diyecek olursak faidesi olur, hem kendimizi adam ederiz, hem de başkaları elimizden dilimizden kurtulur. Yoksa son pişmanlık kimseye bir fayda vermez.
Ahret-i inkâr edenlerin hali tıpkı yumurta içindeki civcive benzer. Mümkün olsa da o kabuğun içinde ki civcive sorulsa “ ey güzel yavru! Sen kabuğun içindesin, dışarıdan haberin yok amma bilsen seni neler bekliyor! Bir defa senin üstüne titreyen bir annen var, böbürlenip gezen baban var! Kümes var, tünek var, yem var sonra koca bir dünya var. Çaylak, bıçak, tencere, aç mideler, keskin dişler hep hazır seni bekliyor. Bunlar sana pek yakın arada incecik bir kabuk var, onu bir kırıp ta başını bir çıkarıversen bunları hep göreceksin.!”
Civciv bu sözlere karşı güler, “hiç öyle şey olur mu?”der, ne varsa o kabuğun içindekinden ibaret zanneder. İşte bu bize örnektir, dünya ile ahret arasında bir kabuk, bir ince zar vardır, o zar bizim etrafımızı almış, basiretimizi bağlamıştır. Öteki dünyayı bize göstermez. İnsanın gözü bir yumulacak olursa o zaman o zar yırtılır, Cennetiyle, Cehennemiyle ahret meydana çıkar. O zaman artık inanmayan kalmaz amma iş işten geçmiş olur. İyisi mi şimdiden imanımızı tazelemeli ve ona göre hazırlık yapmalıyız.
KADER
Bakın buraya kadar Cenneti, Cehennemi anlattım; iyilerin, fenaların akıbetini bildirdim, artık siz-siz olun iyiyi, kötüyü seçin! Daima doğru yoldan ayrılmamağa gayret edin! Söz dinlemeyip, Şeytana uyarak yanlış yollara gidip de, bahane arayıp, kabahati başkasına atmayın. Pek ala her şeye aklınız eriyor, isteyince hayrı da şerri de seçe biliyorsunuz. Böyle iken kime ne demeğe hakkınız vardır.
Allah size akıl vermiş, fikir vermiş bu kadarla bırakmayıp kitap indirmiş, Peygamber göndermiş, Cennet ve Cehennem yolunun ağzında sizi serbest bırakmış. Ne zaman bir iyilik isteseniz kendi arzunuzla yapıyorsunuz, elinizi bağlayan yok! Ne zaman da bir fenalık yapmak isteseniz yine kendi isteğinizle yapıyorsunuz. Öyle ise gemisini kurtaran kaptandır, batmak, çıkmak Allahın izniyle kendi elinizdedir! İsterseniz iyilik yapar Cenneti bulursunuz, isterseniz fenalık yapar Cehenneme gidersiniz.
Bunun için sakın “hayır, şer Allah tandır” sözünü yanlış anlamayın! Bilmiş olun ki hayrı, şerri yaratan Allah tır amma kazanan, müstahak olan da insandır. Bir iyilik yapmak isteyen kimsenin eline Cenabı Hak iyilik halk eder, o kimsede iyilik yapma teşebbüsünden dolayı sevap kazanır. Bir fenalık yapmak isteyen kimsenin de elinde Cenabı Hak fenalık halk eder, o da teşebbüsünden dolayı günahkâr olur. Özet olarak istemek kuldan, yaratmak Allahtan dır! İşte hayır, şer Allah tandır demek budur.
Herkesin hangi yolu tutup, ne tür iş işleyeceğini Cenabı Hakkın bilmesi “kader” dir. Hür, serbest olarak yaratacağı insanların hep yapacağını, edeceğini ezelden bilmesinden, yazmasından insanların elinin, kolunun bağlanması gerekmez. Şuraya iyice dikkat edin! Serbest bırakılınca bizim ne edeceğimizi, ne yapacağımızı Allah’ü Teâlâ bildiği için kaderimizi yazmıştır. Biz yaptıklarımızı Cenabı Allah bildiği ve yazdığı için öyle yapmıyoruz, belki serbest ve muhayyer bırakılınca kendi arzumuzla yapacaklarımızı bildiği için öyle yazıyor. Bu pek ince bahsi kolayca anlamanız için size bir misal vereyim:
Bir adam, ahbapları ile oturup konuşurken dese ki “yarın bayram bizim yaramaz oğlan yarenleri ile buluşur, kavga, dövüş çıkarır, üstünü, başını berbat eder; türlü maskaralıklar yapar ötesini, berisini kaybeder, nihayet beş parasız eve döner” dese. Ahbapları da “ yok canım sen nerden bileceksin çocuğun ne yapacağını” deseler. Çocuğun babası da ahbaplarına “ bakın ben çocuğumun yarın yapıp edeceklerini şuraya yazıyorum sizde göreceksiniz böyle olacak” dese, hatta bu kadarla da kalmayıp bir kâğıda olabilecekleri not etse ve bu yazdıklarından çocuğunun da haberi olmasa. Sonra ertesi gün o delikanlı tıpkı babasının dediği gibi işler yapsa, üstü başı parçalanmış vazıyette, kavga etmiş halde evine gelirken babasının ahbaplarına rastlasa onlarda “baban bunları yapacağını dün bize söylemişti. Hatta bir kâğıda olacakları bir-bir yazmıştı” deseler, bunun üzerine o kişinin oğlu o zaman “eh iş kolaylaştı” diye sevinip, babası kendisine niye böyle yaramazlıklar yaptın diye kızınca, “yok baba öyle bana kızma, benim bu işte bir kabahatim yok! Pek ala sen dün gece benim yapacaklarımı bilmişsin, hem de bir yere yazmışsın; artık benim suçum, kabahatim yok” diye savunma yapsa hiç haklı olur mu, gülünç olmaz mı? Elbette gülünç olur.
Çünkü babası onun yapacaklarını önceden bilmiş, söylemiş, hatta yazmıştı amma bundan ona ne? Onun bundan haberi yoktu, o çocuk bu şerlikleri yaparken bir arkadaşı yanına gelse “böyle yaramazlıklar yapma, kendine zarar veriyorsun babanı da kızdırırsın” dese oda arkadaşına “ bende böyle şeyler yapmak istemiyorum fakat elimde değil, babam dün gece yapacağım şeyleri yazmış bende mecburen onları yerine getireceğim” dese haklı sayılır mı? Hayır, hayır o kendi isteğiyle yaptı şerliklerini, babasının bir dâhili yoktu yaptıklarında, kabahati kendi üstünden atmak için babasının yazdıklarını bahane etti.
Şimdi benim bu misalime karşılık sizler “madem babası çocuğunu şer işler yapacağını biliyordu mani olaydı” diye bilirsiniz. Evet, hatıra bu tür şeyler gelebilir ama doğru değil, çünkü eğer o aklı ermez küçük bir çocuk olsaydı, mazur görülebilirdi. Fakat bu akıl baliğ olmuş bir delikanlı, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlayacak yaşta ise, dolayısıyla yaptıklarından mesuldür. Eğer insanların hür iradeleri olmasaydı, elleri kolları bağlı bulunsaydı, istediklerini yapamasalardı, o zaman iyiliğin, kötülüğün bir kıymeti olmaz, Cennet, Cehennem ve Peygamberler gereksiz olurdu. Hâsılı imtihan olmaz, mesuliyet bulunmazdı.
Hâlbuki Allah öyle dilemiş ki dünyada hür serbest bir âdemoğlu yaratmıştır. Ona dilediğini yapabilme hürriyeti ve gücünü vermiş, herkesin kazancına göre layık olduğu mertebeye geçmesini dilemiş, iyilik ve kötülüğün karşılıksız kalmamasını istemiş, buna göre insanları dünyaya gelir, gider halde var etmiştir. Hayrı da, şerri de işler kıvamda kılmıştır. İşte bunun böyle oluşu kaderdir. Cenabı Allahın bizim dünyada günbegün ne yapacağımızı bilmesi, bizimde hür irademizle dünyaya gelmemiz kaderimizdir. Bu böyle iken boynumuza borç olan şeyleri yapmağa üşenip de işi kadere bağlamak yanlıştır. “Allah mademki ne yapacağımı bildirmiş artık benim suçum ne?” demek gülünç olur.
Lakin şunu da bilmek lazım ki kadere bağlanacak yerlerde vardır. Bunlar insanların isteğine, arzusuna bırakılmayan şeylerdir. Bu gibi şeylerde kulun hiçbir tesiri yoktur. Mesela bir kimse işine, gücüne gidiyor, bir başkası da evinde, dükkânın da tabancası ile oynarken bir dikkatsizlik neticesi silahı patlar çıkan kurşun o işine giden adama isabet eder ve ölümüne sebep olur. İşte bu kadere göre zuhur eden kazadır! Bunda o kaza neticesinde ölen kişinin bir kabahati yoktur. Eğer silahın kendi üstüne çevrilerek karıştırıldığını görse de kendini korumamış olsaydı, kendini tehlikeden korumadığı için kusurlu olurdu.
Fakat dikkatsizlik edip de silahını patlatan kimse vurulan gibi suçsuz değildir. Çünkü silahı ile meşgul olurken tedbirini alsaydı, namlusunu yere veya duvara döndürse idi böyle elim bir kaza olmazdı. Dolayısıyla suçunu kadere yükleyerek “kader böyleymiş” demeye hakkı yoktur. İşte insana layık olan işini dikkatlice tutup yoluyla, yordamıyla yapmaktır. Her şeyi evvelden hesap edip ona göre davranmaktır. Bundan sonra eğer insanın elinde olmayan sebepten başına bir kaza gelirse işte o zaman “kaderim böyleymiş” diye teselli bulabilir. Yoksa göz göre-göre tedbirsiz tehlikeli işler yapıp ta sonra kadere yüklenmek doğru değildir.
ÇALIŞMAK VE TEVEKKÜL
Bu sohbette de size Tevekkülden, sabırdan, kanaatten, bahsedeceğim. Yalnız benim anlatacağım tevekkül, kanaat, sabır sizin bildiğiniz duyduğunuz şeyler değildir. Sizin duyup bildiklerinize tevekkül, kanaat denmez, tembellik denir. Dilencilik denir. Hâlbuki Yüce Mevla böyle şeylerin baş düşmanıdır. İşte ben size bunların doğrusunu anlatacağım.
Şimdi, tevekkül, sabır, kanaat ve şükür dördü bir kardeştir. Bunların bir kardeşleri daha vardır ona da “say” (çalışmak) denir. İşimize gelmediğinden bu kelimeyi pek ağzımıza almayız. Sadece öteki dört kelimeyi dilimize dolar orada, burada söyler gezeriz. Hâlbuki bu kelimeler beşkardeştir. Beşincisi ve en önemlisi ise çalışmaktır. Hepsinin bir yolu erkânı, hepsinin bir vakti zamanı vardır. Onları birbirinden ayırmak ve sıralarını bozup karıştırmak doğru olmaz.
Kuranı Kerim de ve Hadisi Şerifler de bunlar açıkça zikredilmiştir. Bunların kıymeti herkese duyurulmuştur. Fakat bazı bilecenler sofuluk yaparak tevekkülü, sabrı, şükrü öne çıkarıp insanları say’ü gayretten alıkoyup fakirliği tavsiye ederler. Bu böyle oldukça ne Müslümanlıktan fayda görülür, ne de İslam âlemi fakirlikten kurtulabilir. Çaresi bu beş tavsiyeyi iyice anlayıp ona göre davranmaktır.
Şimdi gelelim bunların sıralanmasına; birincisi çalışmak, ikincisi tevekkül, üçüncüsü kanaat, dördüncüsü sabır, beşincisi ise şükürdür. Birincisi: dünya ve ahret işlerimize layığı ile çalışıp, çabalamak, gerekli emek ve gayreti göstermektir. İşte hakiki Müslümanlar iki dünyalarını da ihmal etmeden evvela işlerini yoluyla, yordamıyla yerine getirirler, ondan sonra tevekküle geçerler. İşte Müslümanlık bizden her işimize ehemmiyet vermeyi, yani özenerek, aşk ile şevk ile çalışmayı istiyor. “Şu işe çalıştık, çabaladık, şu tarlayı sürdük, ektik artık ister istemez olacak, bitecek” demeyin. Emek verin fakat emeğinize güvenmeyin, tesiri ve bereketi Allahtan bekleyin. İşte buna tevekkül denir.
Zira siz tarlayı da sürseniz, tohumu da ekseniz ekini bitiremezsiniz, onu bitirecek Allah tır! O tohumu kılıktan kılığa koyacak, onu kaptan kaba kotaracak Cenabı Haktır! Senin elinden çıkıp toprağa düşen bir buğdayın başak oluncaya kadar geçirdiği tehlikeleri bir düşünsen kendi emeğine güvendiğin için utanırsın. Bir tane buğdayın başak bağlayıncaya kadar olup bitenleri bir düşünsen, akıl erdirsen şaşırıp secdelere kapanırsın. Bunun için Allahın hikmet ve kudretinden başka bir şeye güvenemezsin. Nasıl güvene bilirsin ki Cenabı Allah isterse toprağa attığın tanenin suyunu, nemini vermez kurutuverir ve ya suya, sele gark eder çürütüverir. Cenabı Mevla dilerse o taneye bin türlü kurtları, karıncaları musallat eder, senin gözünü dikip beklediğin tohum yer ile yeksan olur. Hak Teâlâ dilerse ekini bitirir, fakat daha sonra soğukla, sıcakla, hava ile dolu ile çekirge ile yahut da başka bir afetle mahsulü mahveder. Bunun için çalışıp, çabaladıktan sonra her işte Allaha tevekkül etmekten başka çare yoktur.
Tevekkül etmek kulun şanındandır. Bunda hem tembellik etmemek ve hem de Allahın Azametine ve kudretine karşı kendini hiç görmek vardır ki bu insanlar için yüce bir mertebedir. Tevekkül etmek, işi yoluna koyduktan sonra Allaha havale etmek, Mevla ya ısmarlamaktır. Tevekkül Allah ile kul arasında güzel bir sigortadır.
Müslümanlık ne doğru yollar açmış, ne sağlam temeller kurmuş!. Marifet bu yolları tutup, üstüne sağlam ve güzel binalar kurmaktır. Yazık ki biz bunların kıymetini bilemiyoruz, doğru yoldan şaşıp çıkmaz yollara düşüyoruz. Oldum olası kendimizi tevekküle verip emeksiz, yemek istiyoruz. Hayvanımızı sağlam kazığa bağlamadan Allaha emanet ediyoruz. Hiç böyle tevekkül olur mu? “Ben tevekkeli kulum” diye insan kendini ateşe atar mı? “Ben yaratanıma sığındım” diye bir insan göz göre, göre tehlikeye sokar mı?
Allah’ü Teala Kuranı Kerim de “Kendinizi elinizle tehlikeye atmayın” buyuruyor. Peygamber Efendimiz de “Deveni sağlamca bağla sonra Allah’a ısmarla” diyor. Tevekkül diye kendimizi göz göre, göre cahilliğe, fukaralığa, hastalığa atıyoruz. Dünya üzerinde kuvvetsiz, kudretsiz kalarak perişan oluyoruz. Böylelikle tehlikelerin asıl büyüğü olan düşmanların eline düşüyoruz. Hem dünyamızın, hem ahretimizin iki paralık olmasına sebep oluyoruz da haberimiz olmuyor. Böyle Müslümanlık, böyle sofuluk, böyle tevekkül olmaz. Dünya sebep dünyasıdır! Emeksiz yemek olmaz! Armut piş, ağzıma düş diye beklenilmez! Çalışmak bizden verip, vermemekte Allah’tandır.
Yanlış tevekküle misal olsun diye bir kıssa anlatarak bu sohbetimizi bitirelim. “ Adamın birisi ben öyle tevekkül sahibiyim ki gidip bir çölde kum tepesinin arkasına yatacağım, kimseden bir şey istemeyeceğim, birisi gelip ağzıma bal şerbeti koymayınca da bir şey yemeyeceğim” Diyor. O kişi üç gün aç, susuz orada bekliyor, açlıktan ve susuzluktan perişan oluyor, kulağı bir ses arıyor. Nihayet bir kervanın çan sesleri geliyor. O aç insan beni görmeden geçer giderler diye endişeye kapılıyor, başlıyor sesli, sesli öksürmeye ve bu kişinin öksürüğünü duyan kervancı başı gelip adamı buluyor. Bakıyor ki açlık ve susuzluktan ağzı, dudakları kurumuş, katı bir şey yiyemeyecek durumda, yanın dakiklere emir veriyor. “Bu adam günlerdir bir şey yememiş boğazından bir şey geçmez, bal şerbeti yapın yavaş, yavaş boğazına akıtın” diyor. Böylece kurtulan adam “Allah kendisine tevekkül edenin rızkını çölde de olsa veriyor, yalnız biraz öksürmek gerekiyor diyor. İşte o öksürmek çalışmak demektir.
KUR’AN
İslamiyet hakkında azıcık bilgisi olan herkes bilir ki, Kur’an’ı Kerim de Yüce Allah’ın ilk emri “İkra” (Oku) dur. Bu emir Resul’ü Ekrem’in şahsında bütün ümmeti Muhammed’e dir. Kur’an’ı Kerim’in ilk emri, ilk inen ayetler de şöyle geçer. “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! insana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” Bu ayetleri sondan başa doğru anlamaya çalıştığımız zaman şöyle bir mana çıkar. “En büyük ikram sahibi olan Rabbin kalemle yazmayı ve insana bilmediklerini öğretti. O, insanı aşılanmış yumurtadan yarattı. (Bunları anlaman ve idrak edebilmen için) Rabbinin adıyla Oku!”
Bu yazıda Kur’an-ı Kerim, nasıl ve niçin okunmalı sorularına cevap arayacağız. Kur’an-ı Kerim Arapça nazil olduğu ve ilk muhatapları da Arapça bilen insanlar olduğu için nasıl ve niçin okunacağı hakkında kimse çelişkiye düşmemiştir. Resulü’llah’ın önderliğinde Sahabeyi kiram da, ayetleri beşer-onar ezberlemişler, manalarını özümseyip anlamışlar ve hayatlarına tatbik etmişlerdir. Bunun örnekleri asrısaadette sayılmayacak kadar çoktur. Bu durum Raşit Halifeler döneminde ve Sahabe hayatında da aynı şekilde devam etmiştir.
Emevi ve Abbasi yönetimlerinde Arap olmayan ve Arapça bilmeyen kavimlerde İslam ile müşerref oldular. Yeni Müslüman olan Farslar, Türkler, Hindiler, Afrika ve Avrupa halkları Arapça bilmedikleri için Kur’an-ı kerimi anlamak maksadıyla okuyamıyorlardı, öğrenenler Arapça metninden okuyabiliyorlardı. Müslüman olan herkesin bir çırpıda Arapçayı öğrenmesi mümkün değildi. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerimi okumayı öğrenseler, hatta ezberleyip hafız da olsalar, manasını anlayamıyorlardı. Diğer taraftan tasavvufi hayatta gelişmiş, Sofiler, inananlara bazı ayetleri, sureleri sayılarını çoğaltarak okumalarını telkin ediyorlardı. Hangi sure kabirlerde okunur, hangi ayetler Sabah namazından sonra, hangi ayetler Yatsı namazından sonra okunmalı, hangi sure ve ayetler şu kadar sayı ile okununca keseden cennete gidilir, insanlar bu bilgilere yönlendiriliyordu. Belki art niyet taşımadan, insanlara faydalı olmak için Ve Kur’an okumaya insanları sevk etmek için bunları yapıyorlardı ve bu uğurda Peygamberin ağzından çıkmayan sözleri, O söylemiş gibi insanlara hadis diye öğretebiliyorlardı.
Geçen zaman içinde Okumayı öğrenen Müslümanlar Kur’an-ı Kerimi Arapça metninden sevap kazanmak maksadı ile ve bilhassa ölülerin ruhuna bağışlamak için okur hale geldiler. Kur’an-ı Kerimi baştan sonuna kadar okuyarak hatim indirmeler, kırk Yasin okutmak için evlerde toplantılar tertip etmeler, kabirlerde Tebareke ve Yasin okumalar, okuması olmayanlar için ayetleri yazıp su geçirmez mumlu bezlere sarıp, hamaylılara koymalar ve bunları para karşılığında satmalar, hepsi asrısaadette olmayan sonradan icat olmuş bidatlerden başka bir şey değildi.
Böylece Müslüman’ın hayatını tanzim için Allah’ü Teâlâ tarafından gönderilen ve hidayet rehberi olduğu bildirilen Yüce Kitap, maksadının dışında okunmaya, bu sayede maddi menfaatler elde edilmeye alet edildi. Kur’an-ı Kerimin anlaşılmak ve hayata tatbik edilmek için okunacağı gerçeği unutuldu. Yüce Kitap güzel kılıflara konarak herkesin uzanamayacağı çivilere asıldı, adeta evleri süsleyen bir akse suvar konumuna getirildi. Sonrakiler tarafından her isteyen hemen eline alamasın diye “Abdesti olmayan Kur’an-a el süremez” diye kilitlendi. Adeta yalnızlığa mahkûm edildi, okunması Müslümanlar tarafından yasaklandı. Müslüman’ın biri eğer namaz kılıyorsa, bir akşam veya yatsı namazından sonra veya bir Cuma akşamı ölenlerimizin ruhuna bir Yasin okuyayım diye duvarda asılı duran Kur’an-a uzanır ve ekseriya Yasin suresini açar, on dakikalık bir süre ayırır. Biraz sonra elde ettiğine inandığı hasenatı Hz. Âdemden günümüze kadar gelen bütün inananların ve tabi’i ki kendi yakınlarının ruhuna bağışlar, çok büyük bir görevi hakkıyla eda etmişçesine kitabı üç defa öper, yapraklarını birbirine sıkıca vurarak tozlarını da temizler ve tazimle yeniden çiviye takar. Böylece ecdadını unutmayan, haftada birde olsa ruhlarına sevap gönderen bir hayırlı evlat olmanın mutluluğunu yaşamaya devam eder.
Zaman-zaman Kur’an-ı Kerim sadece bu şekilde okunmak için gönderilmemiştir. O, anlaşılmak ve yaşanmak içindir diyenler çıksa da, bunlar dinde Reform yapmak istiyorlar, kendi anlayışlarına göre Kur’an’dan hüküm çıkarmak peşindeler, Hadisleri yok sayıyorlar diye suçlanmışlar ve önleri devamlı bu şekilde kesilmiştir. Gerçi tarih boyunca dedikleri gibi art niyetli, Dini içinden bozmak isteyen münafıklar da eksik olmamış, kötü niyetleri anlaşılınca Müslümanlar bunları dışlamış ve dinin saffetini korumak için mücadelelerini sürdürmüşlerdir.
Yakın tarihimizin Mütefekkir Âlimi ve Şairi, M. Akif Ersoy de bu konuda yazdığı “İnmemiştir Kur’un şunu hakkıyla bilin. Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için” mısralarından dolayı, Din’de Reformculukla suçlanmaktan kurtulamamışıdır. Kur’anı Kerimin nasıl okunması gerektiği hususundaki yazım devam edecektir, İnşallah.
KUR’AN (2)
Bu yazımda Kur’an-ı Kerimi yine Kur’an-ın ayetleri ile tanıtmak istiyorum. Bizim iddiamız Kur’an-ı Kerimi anlayarak okunması gerektiği yönünde. Bakalım ayetler bize nasıl okumamızı gösteriyor.
“Eğer biz bu Kur’an-ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek parça-parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr, 21) “Allah korkusundan baş eğerek parça-parça olmak” için ve ” Bu misallerle insanların düşüne bilmesi” için kişinin okuduğunu anlaması gerektiğini herkes kabul eder.
“(Resulüm!) Sana bu mübarek kitabı, ayetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (Sad, 29)
“Andolsun biz Kur’an-ı zikir (Öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp düşünen var mı? (Kamer, 17)
“Biz onların söylediklerini daha iyi biliriz. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin; Şu halde benim kesin tehdidimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver. (Kaf, 25)
“Onlar Kur’an-ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitlimi? (Muhammed, 24) Bu dört ayetin manalarında insanların “Kur’an-dan öğüt alması ve onun üzerinde düşünmesi” isteniyor. Yine bunları yapa bilmek için Kur’an-ı anlayarak okumamız gerekir.
Kur’an-ı Kerim’in anlaşılarak okunmasına en açık delil (Fussilet Suresi 44) ayetidir. “Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki; Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değilmiydi? Deki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur’an-da ne söylediğini anlamıyorlar.) İslami ilimlerde birçok konu (Mefhumu muhalifi) ile izah edilir. Bu ayet de aynı şekilde anlamaya çalışırsak şöyle bir anlam elde edilir. “Kur’an yabancı bir dil ile inseydi, Arab olanlar onu anlamıyoruz, bizim anlayacağımız dilden tafsilatlı şekilde açıklansın, Arab olana yabancı dilden kitap olur mu? Derlerdi.” Şimdi aynı soruyu Müslüman olup ta Arapça bilmeyenler sorma hakkına sahip değil mi? Onlara da kendi dillerinde tafsilatlı olarak Kur’an-lar hazırlanması ve okutulması gerekmez mi? Arab olmayan Müslümanlar nelere inanmaları gerektiğini bizzat Yüce Allah’ın Kelamından anlasalar daha iyi olmaz mı?
Hepimiz biliriz ki Kur’an-ı Kerim’in Yasin Suresi genellikle ölülere, mezarlara ve ölmek üzere olan hastalara okunur. Bu konu da öyle şartlanmışız ki İmamlarımız bile namazlarında zammı sure olarak Yasin’i Şeriften bir ayet okumazlar. Sanki bu surenin ayetleri ölülerden başkasına okunmasına yasak konmuş gibi. Hâlbuki Yasin’i Şerif’in 69 ve 70 numaralı ayetleri bize ne söylüyor, düşünmemiz ve ibret almamız lazım. “Biz ona (Peygamber’e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an-dır. Diri olanları uyarsın ve kâfirler cezayı hak etsinler diye.” Burada dikkat edilmesi gereken cümle son ayette geçiyor. Bizim sadece ölülere okuduğumuz surenin içinde geçen ayette, Yüce Mevla Peygamberine ve onun şahsında bütün inananlara diyor ki ” Ölüleri değil, dirileri (sağları) uyarman için Kur’an-ı öğrettik.” Arif olana fazla söze ne hacet vardır.”
Zaman ve mekândan münezzeh olan yüce Allah, Kur’an-ın nazil olmasından asırlar sonra ki durumunu Peygamber’inin ağzından şöyle haber veriyor. “Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an-ı büsbütün terk ettiler.” (Furkan, 30) Şu anki durumumuzu ne kadar açıkça bildiriyor.
“Biz, Kur’an-dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” Burada kast edilen şifa, manevi dertleri yok eden şifadır. Öyleyse şöyle anlaya biliriz. Kur’an-ı Kerim, hakiki Hazık (Doktor) tarafından inananların maddi ve manevi dertlerine şifa olması için gönderilen bir reçete gibidir. Nasıl ki, hasta doktorun verdiği reçeteyi eczaneye götürüp, ilaç alarak belirli ölçülerde kullanmayınca derdine şifa bulamazsa ve reçeteyi hasta yatağının başucuna camlatıp koysa, hastaya bir menfaat sağlamayacağına göre. Aynen öylede, imansızlık ve amelsizlik hastalığına duçar olmuş günümüz insanı da Kur’an-ı Kerim’i anlayarak okuyup, ondan aldığı nasihat ve şifa ile imanını düzeltip, amellerine başlamadığı müddetçe, reçeteyi ilaca çevirip dertlerine çare bulmuş olamayacaktır. Kur’an-a saygı göstermek adına, onu en güzel kılıflara koyarak, en yüksek yerlere asarak, üç defa öpüp baş üstü yaparak ve abdestsiz el sürmeyerek dertlerimize çare olacağını bekliyorsak, daha çok bekleriz demektir.
Son olarak, Kur’an-ı Kerimi nasıl okumamız hususunda bir ayet meali daha sunarak yazımı bitirmek istiyorum. ” (Ey Muhammed!) Biz, sana bu Kur’an-ı vah yetmekle geçmiş milletlerin haberlerini (kıssalarını) en güzel bir şekilde anlatıyoruz. Gerçek şu ki, sen bundan önce (bu haberleri) bilmeyenlerden idin. (Yusuf, 3) Bizde bilmediğimiz ve Kur’an-da en güzel şekilde anlatılan kıssaları anlayabilmemiz için, onu anlayarak okumak mecburiyetindeyiz.
KUR’AN’I KERİM’İ NASIL OKUMALIYIZ?
Bundan evvelki iki yazımın başlığı “Kur’an” idi. Anlatılan mevzu itibariyle o yazıların başlığı da aynı olması gerekirdi. Çünkü anlatmak istediğimiz konu Kur’an’ı Kerim’in nasıl okunacağıdır. Önemine binaen devam edelim.
Peygamber Efendimiz, Kur’an’ı Kerim’i sahabelerine okurken kelimelerin ve ayetlerin manasına dikkat çeker, ayetlerin verdiği mesajı anlatmaya çalışırdı. İslam âlimler de Kur’an-ın her ayetini düşünerek, ondan ibret ve dersler çıkararak okurlardı. Acaba bizler de Kur’an’ı gerçek anlamıyla okuyabiliyor muyuz?
“Kur’an’ı biz sure-sure, ayet-ayet ayırdık ki insanlara fasılalar halinde okuyasın ve anlayıp öğrenmeleri kolaylaşsın.” (İsra, 106) “Onlar Kur’an-ın manasını düşünerek okumazlar mı?” (Nisa, 82) “Sana indirdiğimiz şu kitap çok mübarektir. Akıl sahipleri onun ayetlerini düşünsünler, ondan öğüt alsınlar.” (Sad,29)
Ashabı-ı kira’mdan bazıları, kendilerine tesir eden ayetleri sık-sık tekrarlar, saatlerce üzerinde düşünürlermiş. Son devrin büyük âlim ve müfessiri Elmalılı Hamdi Yazır bu hususta şöyle der: “Ehli Kur’an, Kur’an’ı bir eğlence gibi okumaz. Kelimelerini, manalarını, hükümlerini cidden gözete-gözete dikkatli, saygılı ve devamlı bir surette, bilmediklerini ehlinden sora-sora hüsnü niyetle, temiz kalp, temiz ağızla okurlar. Gelişi güzel, baştankara bir eğlence gibi okumazlar. Şarkı, gazel, hikâye, roman yerine koymazlar. Kemal-i hürmet ve edeple okurlar.”
Kur’an’ı Kerim, Peygamber Efendimizin ruhuna, kalbine öyle işliyor ve öyle tesir ediyor, onu öyle hale sevk ediyordu ki vücut hatlarının değişmesine sebep oluyordu. Bir seferinde Hz. Ebu Bekir (r.a), Resulellah-a, “Yaşlandınız ya Resulellah” dedi. Peygamber Efendimiz de cevaben “Beni Hud suresi, el Vakıa, vel Mürselat, Amme yetesaelune ve İze’şşemsü küvvirat sureleri ihtiyarlattı” buyurdu. Bu sureler kıyametin dehşetini, azametini ve kâinatın alacağı o korkunç şekli anlatıyordu. Kur’an-ın ifadesiyle “Çocukları ihtiyarlatan o gün” (Müzzemmil, 17) kıyamet günüydü. İşte Efendimiz okuduğu bu ayetlerin manalarını ruhunda hissediyor ve “Bunlar beni yaşlandırdı” diyordu.
Günümüz genç yazarlarından Metin Karabaşoğlu’nun ifadesiyle ” Kur’an’ı önce kendimize okumalıyız, anlamadan, anlatmaya da bir yolculuk gerçekleştirmeliyiz. Kur’an sadece âlimlere inmiş değildir. Bütün müminler, dahası bütün Müslümanlar Kur’an-i davetin kapsama alanı içindedir. Bu bakımdan da fıkhi veya itikadi bir hüküm çıkarmaya kalkmadan. herkes kabiliyeti nispetince Kur’an’ı anlama, ayetlerle yoğrulma ve ayetleri yorumlama çabası içinde olmalıdır.”
Kanar kamuoyu araştırma şirketine 2008 senesinde, 2224 kişi üzerinde, “Kur’an’ı Kerim meali okuma oranı” hakkında bir anket yaptırılıyor. Çıkan neticeler şöyle:
— Araştırmaya katılanların yüzde 92,6’sı dinin hayatlarında önemli bir yer tuttuğunu söylüyor.
— Yüzde 82,2’si çocuklarının dindar bir insan olarak yetişmesini istiyor.
— Yüzde 74,6’sı ilk dini bilgilerini anne-babadan aldıklarını bildiriyor.
— Dini konularda ilk başvurulan kişinin yüzde 30,8 oranı ile cami imamı olduğu görülüyor.
— Kur’an-a sahip olma oranı Sünnilerde yüzde 96, Alevilerde yüzde 71 olarak tespit edilmiş.
— Kur’an’ı Arapça metninden okuyanların yüzde 72,9, beş ile on dört yaşlarında öğrenmiş.
— Düzenli olarak beş vakit namaz kılanlar, kadınlarda yüzde 45,8, erkeklerde yüzde 36,7 miş.
— Müslüman toplumun yüzde 79,3 düzenli olarak oruç tutuyormuş.
— Yüzde 65,6 düzenli olarak Cuma namazı kılıyor, yüzde 79,7 Bayram namazına gidiyormuş
— Yüzde 30,9 Teravih namazı kılıyor, yüzde 6,1 de Hacca gidiyormuş.
— Yüzde 56,7 zekat veriyor, yüzde 51.2 ise kurban kesiyormuş.
— Yüzde 78,3 nün evinde Türkçe mealli Kur’an’ı Kerim bulunuyormuş.
— Kur’an’ı okuma oranı kadınlarda yüzde 74, erkeklerde ise yüzde 65,2, olarak tespit edilmiş.
— Yaş ilerledikçe Kur’an’ı hatmetme oranının arttığı, Kur’an’ı devamlı okumanın azaldığı gözlenmiş.
— Müslümanların Kur’an’ı, Arapçasından okumanın, mealinden okumaktan daha sevap olduğuna
İnandıkları anlaşılmış.
— Araştırmaya katılanların yüzde 24 nün Kur’an Mealinin tamamını okuduğu, yüzde 76 nın da okumadığı
Tespit edilmiş.
— Meal okuyanların yüzde 67 si Kur’an’ı daha iyi anlamak için okuduklarını söylemiş.
Bizim asıl mevzuumuza bakacak olursak, Kur’an’ı Kerimi mealinden okuyanların oranının yüzde 5 olduğu anlaşılmış. Toplumda ki dini yozlaşmanın, itikat zayıflığının, ibadet eksikliğinin, ahlaki bozulmanın temelinde yatan nedenleri; Kur’an-ı anlayarak ve hayatına tatbik ederek okuyanların sayısının yüzde beşlerde kalmış olmasına bağlaya biliriz.
KUR’AN’I KERİM’İ ANLAMA TARİHİ
Kur’an-ı Kerim’i anlamak için akli ve nakli bilgilere ihtiyaç olduğu Sahabe’i kiramın sonlarına, Tabiin döneminin başlarına doğru anlaşılmaya başlandı. Müslümanlar anlamadıklarını hemen sorup ve hemen cevap alacakları bilgili sahabeleri istedikleri zaman bulamıyorlardı. Bu ihtiyacı karşılamak için çocukluğu Peygamber Efendimizin yanında geçen İbn Abbas kısa bir tefsir yazarak başladı. Fakat bu kısa tefsir birileri tarafından on katı fazlalaştırılarak sonrakilere ulaştırıldı. Günümüz araştırmacılarından Dücane Cündioğlu, “İbn Abasın ismi öylesine suiistimal edildi ki rivayetlerinin miktarı, kendisinden bir tek ayet ya da sözcüğün yorumunda birbiriyle çelişir birkaç kavil nakledecek dereceye vardı. Nitekim bu nedenle henüz ikinci hicri asırda İmamı Şafii, İbn Abbas’tan tefsire dair ancak “yüz kadar rivayetin” sahih olarak geldiğini söylemek zorunda kalmıştır” diyor. Bu tefsir yazma işi birçok İslam bilgini tarafından sürdürüldü ve en kapsamlı tefsir hicri üçüncü asırda İranlı İbrahim Taberi tarafından yazıldı.
Bundan sonra yazılan bütün tefsirlere, Taberi’nin yazdığı tefsir kaynaklık etti. Fakat Taberi’nin İran’lı olması hasebiyle asırlardır komşuluk ettikleri, Turanlılara yani Türk’lere kızgınlığı vardı. Çünkü Türk’ler, tarih boyunca İranlılara savaş açmış ve çoğunda galip gelerek İran’ı işgal etmişlerdi. Bu kızgınlığın eseri olarak, Taberi tefsirinin tam orta yerine, henüz çoğunlukla Müslüman olmayan Türkleri “Yecuc-mecuc” olarak yerleştirdi. Daha sonra tefsir yazanlarda bu kaynaktan istifade ederek Türk’leri “Yecuc-mecuc” ilan etmeye devam ettiler. İşin garibi daha sonraki zamanlarda Türkler, yüzde doksan dokuz Müslüman oldular, birçok İslam devleti kurdular, hatta İslam’ın bayraktarlığını yapmaya başladılar fakat tefsirlerde “Yecuc-mecuc” olmaya devam ettiler. Daha da garip olanı bu iddia Türklerin açtığı medreselerde de devam ettirildi.
Bu akıl almaz yanlışlık on yedinci yüz yıla kadar devam etmiş, medresede okuyan bir talebe tefsir dersi okurken, Türklerin “Yecuc-mecuc” olduğu meselesine gelince isyan bayrağını çekmiş ve “İslam’a bu kadar hizmet etmiş bir kavmi kıyamet alametlerinin büyüklerinden olan, Yecuc-mecuc olarak ilan edemezsiniz” demiştir. Bu yiğit talebe bu itirazla kalmamış, dört ciltlik tefsir yazmış ve “Zülkarneyn’den maksat Türklerin atası Oğuz Han olduğunu” söylemiştir. Bu kişi yaşadığı asra damgasını vuran Mehmet Vani (Vanlı Mehmet) Efendidir.
Diğer taraftan ilk Müslüman Türk topluluğu olan Kararanlılar yeni tabi oldukları dinin kitabı Kur’an-ı Kerimi kendi dillerine yani Türkçeye çevirmişler, okuyarak, anlayarak Müslüman olmuşlardır. (840–1212) ler de yazılan bu eser halen İstanbul da ki İslam eserleri müzesinde mevcuttur. Bu tarihten tam 750 yıl sonra T.B.M.M kararı ile Kur’an-ı Kerim’in meali ve tefsiri Elmalılı Hamdi Yazır’a yazdırılıyor. Yani tam yedi yüz elli sene Türk milleti inandığı dinin kitabını anlamadan okuyor, adeta seyrediyor. Günümüz araştırmacı yazarlarından bir tanesi bu durumu açıklamak için şöyle diyor: “Okumuyoruz; dinliyoruz, seyrediyoruz.. Ve üstelik bildiğimizi sanıyoruz. Türkler, İslam’ın kılıcı olmuştur ama âlimi olamamıştır” aynı yazar geçmişte yaşanan bir garip olayı şöyle anlatıyor: “Hıristiyan “dönme” Molla Süleyman hiç bir bilgisi olmamasına rağmen, eline Kur’an-ı Kerim’i alıyor ve güya ondan okuyor gibi aklına ne gelirse söylüyor. Böylece O yörede âlim olarak şöhret buluyor.”
Peki, bu durumun suçlusu, sorumlusu kim, birazda onu anlamaya çalışalım. Başta menfaat düşkünü hocalarımız ve insanlar üzerinde ki hâkimiyetlerinin, onların cehlinden istifade ederek devam etmesini isteyen Şeyhlerimizdir. Cahil halk, okursa ve okuduğunu anlarsa bu iki gurubun önemi kalmayacak, dolayısı ile birilerine, kendilerini derya- deniz gibi ilim sahibi olduğunu satamayacak, diğerleri de canları istediği zaman kendilerini Hızır, Mehdi olarak takdim edemeyecek ve her hareketlerini keramet olarak izhar edemeyecekler. Bunun için Avrupa yenilenme çağına girip, Matbaayı kurup yüz binlerce eser basarak ve İncil’i Almancaya, İngilizceye, Fransızcaya ve bilumum Avrupa dillerine çevirerek anlayarak okuduğu çağda; biz matbaayı tam üç yüz sene Osmanlı’ya sokmayarak rekor üstüne rekor kırdık. Üç yüz senelik bir gecikmeden sonra kurulan matbaada sadece on yedi eser bastıktan sonra yine bir kırk sene daha ara verdik, ancak ondan sonra kitapları elle yazmadan kurtarıp çoğaltabildik.
Yazımı okuyanlar âlimlerimize ve Şeyhlere haksızlık ettiğimi düşünebilirler. Fakat Ansiklopedilere bakınca görülecektir ki kendilerini Türk olarak takdim eden birçok Selçuklu ve Osmanlı âlimi yazdıkları eserlerin yüzde doksanını ya Arapça veya Farsça olarak yazmışlardır. Yazdığı halk hikâyelerini, masalları, nerde ise Kur’an-ı Kerim ayarında gösteren ünlü Tasavvufçumuz Mevlana’da yirmi altı bin beyitlik hacimli eserini Farsça yazma gereği duymuştur. Mesnevi anlaşılmak için tam on yedi defa Türkçeye tercüme ve Şerhi yapılmış ve hala yapılmaya devam ediyor. Bu günkü takipçilerine, niye Farsça yazmış dediğimizde, o günkü ilim ve edebiyat dili Arapça ve Farsçadır, onun için öyle yazılmış diyorlar. “Ama aynı dönemde yaşayan Yunus Emre, bütün şiirlerini halkın konuştuğu Türkçe ile yazmış, o gün ne kadar anlaşılıyorsa, bu günde o kadar anlaşılıyor” deyince cevap veremiyorlardı.
Kur’an-ı Kerim-i Türkçeye çevirme işine, dışarıdan Araplar, “Türkler İslam’dan vazgeçiyorlar” diye, içerdekiler de “Türk’çe namaz kıldıracaklar” diye karşı çıkmışlardır. Fakat korkulan olmamış, tercümeler, mealler çoğalmış, Müslümanlar idrakleri nispetinde hisselerine düşenleri alsınlar diye okunmayı bekliyorlar.
ABDEST’SİZ KUR’AN-A DOKUNULURMU?
Yazının başlığına dikkatinizi çekiyorum. “Abdestsiz Kur’an okunur mu?” Demiyorum, çünkü bu konuda tarih boyunca bir yasak konmamış. Fakat Kur’an-ın abdestsiz olarak tutulup-tutulmayacağı hususunda İslam tarihi boyunca tartışmalar günümüze kadar süre gelmiştir. Şu bir gerçek ki, “Abdestsiz olarak Kur’an-a dokunulmaz” anlayışı, Kur’an-ın okunmasına ve anlaşılmasına büyük set olmuştur. Peki, bu uygulama doğrumu, gerçekten Kur’an-ı ele almak haram mı? Konu ile ilgili ortak düşünelim.
1- Bu anlayışa Vakıa Suresi, 79 ayetinde ki “Mutahherun” kelimesine abdest manası verilerek başlanmıştır. İki kelime, bir cümleden oluşan ayetin tamamı “La yemessühu illel Mutahherun” dur. Manası “Ona temizlenenlerden başkası el süremez.” Peki, buradaki “Temizlenenlerden” maksat, yaratılıştan temiz olarak yaratılan Melekler mi, Necasetten temizlik mi, Cünüplükten temizlik mi, yoksa Abdest almak mı? Kur’an-ı Kerim-i tefsir edenler hep ayetlerin Siyak ve Sibakı’na, yani öncesine ve sonrasına dikkat çekmişlerdir. Ayetin manasının tam anlaşılması için bizde öyle yapalım. “ O, elbette şerefli bir Kur’an’dır. Korunmuş bir kitaptadır. Ona temizlenenlerden başkası el süremez. (O), âlemlerin Rabbinden indirilmiştir.” Görüldüğü gibi ayetin öncesi, Kur’an ve diğer İlahi kitapların kayıtlı olduğu “Levhi Mahfuzu” işaret ediyor. “Mutahherun” sözcüğünden maksat Levhi Mahfuza dokuna bilen meleklerdir. Aynı kelime insanlar için kullanıldığı zaman “Mutahhirun” olarak yazılır. (bkz. Bakara/222, Tevbe/108) Birçok müfessir bu ayete böyle mana vermiştir. “Dokunabilenler melekler, dokunamayanlar şeytanlardır” denmiştir.
2- Kur’an-ı Kerim’de Abdesti anlatan bir ayet vardır, oda Maide Suresi 6. ayetidir. Bu ayette “ Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi (Feğsilu) yıkayın.” Devamında “Eğer cünüp iseniz (Fettahheru) temizlenin lafızları geçmektedir. Teyemmümün ve Guslün anlatıldığı Nisa Suresi 43. ayetinde ise, Cünüplükten çıkmak için (Teğtesilu) yıkanmak emrediliyor. Yani, Kur’an-ı Kerim de abdesti anlatan bir ayet vardır, orada da “Ğasele” kökünden gelen “yıkanmak” emredilmektedir. Cünüplükten kurtulmak için ise, iki ayet vardır, birinde “Tahara” Kökünden gelen “temizlenin” ikinci ayette ise, “yıkanın” diye emredilmektedir. Bu izahlardan çıkan netice şudur. Vakıa Suresinde ki “Dokunamaz” nehyi, insanlara hitap dahi olsa, “temizlenenlerden” maksat abdest değil, bu günkü deyimle gusül olabilir.
3- Abdestle ilgili Kur’an-ı Kerim de tek ayet vardır, oda Maide suresi 6. ayetidir. Bu ayette abdestin sebebi hikmeti ayetin başında “Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman” cümlesi ile açıkça zikredilmektedir. Burada ayrıca “Kur’an okumak istediğiniz zaman” diye bir sebepten bahsedilmemektedir. Kur’an-ı Kerim-i okumak için, yine Kur’an tarafından konulan şart “Taşlanmış olan Şeytanın şerrinden, Allah’a (cc) sığın” emridir. Kur’an-ı okumak için ayrıca bir şart konmamıştır.
4- Kur’an-a ancak abdestli dokunulabileceğinin emredildiği iddia edilen ayetin bulunduğu Vakıa Suresi Mekke de inmiştir. Hâlbuki namaz kılmak için abdest almayı farz kılan ayetin bulunduğu Maide Suresi çok sonraları Medine de nazil olmuştur. Abdest ayeti inene kadar Müslümanlar Kur’an-a nasıl dokunuyorlardı bilinmiyor. Müslümanlar abdest ayetinin gelmediği bu dönemde hangi hükme dayanarak ibadet ediyorlardı, oda bilinmiyor. Diğer taraftan Mekke döneminde inen ayetler genellikle inanç konularında olduğu için Vakıa Suresi ayeti abdest konusunda hüküm olarak ta değerlendirilmez.
5- Diğer taraftan o dönemlerde Kur’an-ı Kerim tamamen nazil olmadığı için Mushaf halinde bir araya da getirilmemişti. Çeşitli cisimler üzerine yazılan Kur’an ayetleri ayrı-ayrı muhafaza ediliyordu. Dolayısıyla henüz mevcut olmayan Kur’an-a abdestsiz dokunmak nasıl yasak olabilir?
6- Kur’an-ı Kerim’in yüzüne, cildine veya sahifelerine el sürülmeden okunabileceği birçok fıkıh kitabında yazılıdır. Bu durumda zarfı, mazruftan kıymetli tutmuş olmuyor muyuz? Yani kâğıttan, mürekkepten, kartondan vesaire den oluşan Kur’an-ın dış aksamını, lafzından, manasından daha faziletli hale getirmiş olmuyor muyuz? Böyle bir durumu hangi akıl sahibi kabul edebilir.
7- Peki, bu konuda hadis veya sahabe döneminden bize ulaşa haber yok mu? Kur’an-a abdestsiz dokunmanın yasak olduğunu bildiren hadisler, en güvenilir kabul edilen Sahihi Buhari ve Sahihi Müslim de geçmez. İbn Hibban ve bazı Sünen sahiplerinin kitaplarında geçer. Buna mukabil aksini iddia eden rivayetlerde mevcuttur. Mesela: Bir rivayete göre İbn Abbas, cünüp olan kişinin okumasını mubah görürdü. (Ali İmran, 15) Yine Hz. Ali’nin “Cünüplükten başka Resülüllah’ı Kur’an okumaktan alıkoyan bir şey olmazdı” dediği rivayet edilir.
8- Maliki mezhebinin bu konudaki görüşü ittifakla “abdestsiz Kur’an-a dokunulamayacağı” yönündedir. Fakat bu mezhepte, Kur’an-ı öğreten ve öğrenenlerin abdestsiz Kur’an-a dokunabileceğini bildirmiştir. Hatta öğrenmek için hayızlı kadınlarda dokunabilir demişlerdir. Diğer taraftan şu anda takipçisi bulunmayan Zahiri mezhebi imamı Davud’u Zahiri, delillerin zahirine bakarak hükümler ortaya koymuş, bu konuda da “ Cünüp, hayız, nifas ve abdestsiz kişilerin Kur’an-a dokunmasını caiz görmüştür. Bu mezhebin büyük İmamlarından İbn Hazm konuyla ilgili olarak teferruatlı olarak bilgi vermiş ve Fakihlerin, abdestsiz Kur’an-a dokunulmayacağı hususunda ileri sürdükleri deliller Kur’an ve Sünnette sabit değildir” demiştir.
Bu yazının bir kısmını, günümüz âlimlerinden Prof. İbrahim sarmış hocanın aynı adlı makalesinden istifade ederek yazdım. Allah (cc) kendisinden razı olsun.
KUR’AN-A SAYGI GÖSTERMEK!
Küçüklüğümde namaz surelerini öğrenmek için gittiğimiz Mektepler de bir “Gazıyye” gibi öğretilen Fetva vardı. “ Yüksekte duran bir ekmeği alabilmek için, Kur’an ayakaltına alınabilir, fakat yüksekteki bir Kur’an-ı alabilmek için ekmekler ayakaltına alınmaz” derlerdi. Yani bu cümle ile şu anlatılmak istenirdi: “Eğer insan aç kalmış, yüksek yerde bulunan ekmeğe uzanabilmek için Kur’an-ı Kerimleri ayakaltına koyarak almaktan başka çaresi yoksa Kur’an-ı ayakaltına alarak ekmeğe uzanır, fakat yüksekte bulunan Kur’an-ı alıp okuyabilmek için ayağının altına ekmekler koyamaz.” Bu söz mazerete binaen söylenmiş bir sözdür, tatbikatı da pek mümkün değildir. Bu sözden, ekmek Kur’an-ı Kerimden daha kıymetlidir gibi bir mana çıkarılamaz veya bu şekilde amel edilemez.
Kur’an-ı Kerime söz ile olsun, fiil ile olsun saygı duymanın ve tazımda bulunmanın gerekliliği tartışılmaz.
Kur’an-ı Kerim ayetlerinin eğlenceye alınmaması, eğlenceli ve kötü yerlerde okunmaması, her türlü küçük düşürücü davranışlardan muhafaza edilmesi, Kur’an-ı Kerime gösterilmesi gereken saygı, sevgi ve tazimin icabıdır.
Kur’an-ın Allah kelamı olduğunu, Peygambere vahiy ile geldiğini bilen ve bu inançta olan bir Müslüman nasıl saygısızlık gösterir veya saygısızlık gösterenlere müsamaha edebilir.
Müslümanların bu hassasiyetini bildikleri için Belçika da, Hollanda da, Fransa da ve sair Avrupa devletlerinde zaman-zaman Kur’an-a hakaretler içeren yazılar, karikatürler yayınlanarak saygısızlıklar sergilenmektedir. Böylece Müslümanlar incitilmek istenmektedir.
Kur’an-a saygı gösterme hususu herkesin üzerinde ittifak ettiği bir konudur. Abdestsiz olan bir kimsenin, hayız ve lohusa olan kadınların Kur’an-a dokunmasının yasaklanması da, ona gösterilmesi gereken saygıdan ileri gelmektedir. Din düşmanlarının olduğu yerlere Kur’an-ı göndermemek ve Onu ayakaltında bırakmamak ta Ona gösterilmesi gereken saygının bir ifadesidir.
Yine Kur’an ile helâya ve necaset içeren yerlere girmemekte ona gösterilen saygının gereğidir. Cebinde veya elbisesinin herhangi bir yerinde Kur’an-ı unutarak tuvalete giren kişi günah işlemiş olmaz, çünkü Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuş: “Ümmetimden hata, nisyan (unutarak) ve birde zorla işlettikleri şeyler kaldırılmıştır.” Yani “günah yazılmaz” demiştir.
Bir kimse eğer çok unutkan ise Kur’an-a tazim hususunu ihlal edecek bir duruma düşmemesi için cebinde Kur’an taşımaması daha uygun olur.
Klasik fıkıh kitaplarımızdan Feth-ül Kadir de “Bir kılıf içinde Kur’an ile helâya girmek mekruh olmaz. Bununla beraber böyle şeylerden kaçınmak daha eftaldır” denilmektedir. Yine eski eserlerden “Eş-şurrunbilali” de şöyle denilmiştir. “Beraberinde, üzerinde Allah’ın ismi veya Kur’an yazılmış olan bir şeyle helâya girmek mekruh olur.
Kur’an-a saygı göstermek adına bazı yapmacık hareketlerde bulunmakta doğru değildir. Bazı edepsiz insanlar vardır, günün her saatinde Anne- Babalarına, Dedelerine her türlü saygısızlığı yapar, Bayram sabahı da herkesten evvel munis bir şekilde, edep ve erkân ile büyüklerinin elini öper, başına koyarak saygılı evlat portesi çizerler. Aynen böylede, ömür boyu Kur’an-dan uzak kalmış, Onu okumak ve anlamak için hiçbir çabası olmamış birinin, kalabalık bir ortamda eline Kur’an-ı alıp üç defa öpmesi, üç defa başına koyması, Onu güzel muhafazalara sarıp yükseklere asması Kur’an-a saygı göstermek değil, bilakis saygısızlığın daniskasıdır.
Bizim gösterdiğimiz saygının yüzeyselliğini göstermesi açısından küçük bir hatıramı anlatmak istiyorum: Bir sene Hacca gitmek maksadıyla Ürdün’e gitmiştik. Başkent Amman da birkaç tane Hacı adayı ihtiyarlarla geziyorum. Sokaklara Gazete parçaları atılmış, tabi oradaki Gazeteler Arapça harflerle yazıldığı için bizim ihtiyarlar hemen Gazete parçalarını yerlerden toplamaya başladılar. Ne yapıyorsunuz öyle?” diye sorduğumda, Hoca bunlar hep Kur’an yazısı, yerde bırakılırımı, bir yüksek yere koymak için topluyoruz” dediler.
Yine oralarda güzel bir adet var. Her namaz vakti için ezan okunduktan sonra, namaz kılmak için yirmi-yirmi beş dakika bekliyorlar. Bu süre içinde namaza gelen herkes Kur’an-ı Kerim alıyor, kimisi ayaklarını uzatıp dizlerinin üstüne koyuyor, kimisi de yere koyup üzerine eğilerek Kur’an okuyorlar. Zaten Kur’an-ı Kerimlerin konulduğu raflarda en fazla yerden bir metre yüksekte yapılmış ve Kur’an’dan başka kitapta konulmamış. Kur’an-ı Kerimlerin böyle alçak raflara konulduğunu ve dizlerinin üstüne, yerlere koyarak Kur’an okuduklarını gören bizimkiler onlara çok kızıyorlardı. Hâlbuki Kur’an-a saygı göstereceğiz diye ondan öcü gibi uzaklaşan bizler maalesef en büyük saygısızlığı yapıyoruz.
Kur’an-ı Kerim bu durumu şöyle açıklar: “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah-ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin-derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tespih ederiz. Bizi cehennem azabından koru! (Ali İmran, 191) En büyük zikir Kur’an olduğuna göre ve Rabbimizin Yarattıklarında ki hikmetleri en güzel şekilde Kur’an-dan anlayacağımıza göre, Kur’an-ı her hal ve ortamda okumamız gerekmektedir.
PARA KARŞILIĞI KUR’AN OKUMAK VEYA OKUTMAK
Bu konuya başımdan geçen küçük bir hatıramı anlatarak geçmek istiyorum. 1963 senesi Ramazan ayı idi. Okumakta olduğumuz Kur’an Kursun’dan izinli olduğumuz için hatim okuyup biraz harçlık elde etmek niyetiyle Sivas’a gelmiştim. Tanıdık, bildik vasıtasıyla tam on yedi tane hatim okuma evi buldum. Bunların çoğunu okumak için evlere gidiyoruz, bir köşeye oturuyoruz. Bazen önümüze bir bezden perde çekiyorlar. Bazı evlerde Kur’an okumasını bilen kadınlar veya komşular geliyor, okuduklarımızı takip ederek onlarda hatim yapmaya çalışıyorlardı.
Yaz aylarında, Köylerde kalbur, elek satan, düğünlerde davul zurna çalan ve bizim köye gelince de bize komşu olan Sivaslı bir Ali amca vardı. O günlerde Almanya ya gitmeye başladı herkes. Bizim Ali amca da gitmiş, Ramazanda izine gelmiş. Beni görünce “Hafız bize de iki tane hatim oku, ama eve gelerek orada oku” dedi. Bizde listemize Ali amcanın iki hatmini ilave ederek ve evine giderek okumaya başladık. Fakat eve gitmekte zorlanıyorum. Evvela, ben o zamanlar on bir yaşında çocuğum. Sonra, Ali amca gilin ev Çarşının içinde fakat sokağın tam orta yerinde. Oraya varana kadar her kapıda üç tane köpek var. Onları atlatarak Ali Amcanın evine varmak için, sokağın başında biri elimden tutarak bana eşlik etmesi gerekiyor.
İşte bu zorlukları göğüsleyerek bir ay oraya gittim ve her gün iki cüz okuyarak, hatmi tamamladım. Bayramdan bir gün evvel, yani Arife günü Ali amcayı Dikilitaş meydanın da buldum ve “Ali amca hatimlerini bitirdim, bugün dua’nı yapacağım dedim.” Bunun üzerine Ali amca cebinden bir tomar para çıkardı, içinden bir on lira aldı, bana verdi. O günlerde önceden fiyat belli olmadan hatim okunurdu, en az otuz, en fazla elli lira verilirdi. Buna mukabil Ali amca iki hatime karşılık bana on lira verince, öylece dura kaldım. Birde, Aydoğan mahallesinde bir akrabanın evinde kalıyorum, günlük minibüse otuz beş kuruş çarşıya gelirken, otuz beş kuruş ta giderken veriyorum, yani günlük yetmiş kuruştan bir ayda yirmi bir lira araba parası vermişim. O zamanki aklımla hemen bunların hesabını yaptım, Ali amcaya verdiği on lirayı geri verdim ve “Ali amca bu okuduğum hatimleri senin ölülerine bağışlamıyorum, ben kendi geçmişlerime bağışlayacağım dedim. Ali amca ne dediyse sözümden vaz geçmedim.
Bu hesabı yapmamın nedeni Kur’an-ı Kerimde birkaç ayette münafıklar ve Yahudiler anlatılırken “onların Allah’ın ayetlerini az bir para karşılığında sattıkları anlatılır.” Bu manalar aklımda kaldığı için öyle hareket etmiştim. Şimdi gelelim bu konuda İslam ulemasının söylediklerine ve yazdıklarına.
Evvela Osmanlı ulemasından Mehmed Birgivinin söyledikleri: “Onlardan kim ahret işini dünyalık için yaparsa onun hiçbir payı yoktur.” Hükmü gereğince böyle bir okumanın sevabı olmadığına göre, elde edilemeyecek sevaba karşılık verilecek nasıl ücret istenebilir? Zaten İslam fıkhına göre olmayan şeyin satışı caiz değildir. Ücretle okunan Kur’an-dan sevap hâsıl olsa bile teslimi mümkün değildir. Tesliminde mümkün olduğunu kabul etsek, sevabı para karşılığı temlik etmek (sahip olmak) mümkün değildir. Çünkü burada sahip olunacak şey sevaptır, sadece Kur’an okumak değildir. Zira ücret veren sevap elde etmediğini bilse, sadece Kur’an okuduğu için ücret vermeyecektir. O yüzden sevap teslim edilmeden ücrete hak kazanılamaz. Diğer taraftan okuyanda ücret alamayacağını bilse okumayacaktır.
Kur’an-ı Kerim okumakta bedeni bir ibadet olması bakımından, namaz ve oruç gibidir. Onun için, nasıl namaz ve oruç için ücret almak caiz değilse, Kur’an okumaya ücret almakta caiz değildir. Bu gerçekte sevap satmak işidir ki, insanın geçmiş zamanlarda yaptığı amellerin sevabını satışa çıkarmasına benzer. Bununda caiz olmayacağı nasıl şüphesiz ise, bu konunun da caiz olmayacağı aynıdır.”(Mehmed Birgivi, Şerhi Hadisi Erbaın, sh. 75)
Hanefi fıkhının büyük âlimi İbn Abidin ise şöyle der: “Bu konuda sevabın varlığı malum değildir. Birisi sevabın kendinin, yâda ölmüş bir yakınının ruhuna bağışlamak üzere birisine hatim okutup ücret verse, bu okuyuştan bir sevabın hâsıl olacağı belli değildir ki ücret vermesi gereksin. Sevap hâsıl olsa bile, okuyan için hâsıl olmuş olur ve ücret karşılığı satılması yine caiz olmaz. Böyle bir okuyuştan sevap hâsıl olmayacağı açıktır. Çünkü sevap olabilmesi için okumanın Allah rızası için olması gerekir. Ücretle okuyan ise bir dünyalık menfaat sağlamak niyetiyle okumaktadır, halisan Allah rızası için değildir. Bu durumu şöyle anlayabiliriz: Kur’an okuyan kişi, okutanın kendisine bir şey vermeyeceğini bilse, özellikle bu işi meslek haline getirenler, bir harf bile okumayacaklardı.” (İbn Abidin, El Ukudüddürriyye, 11/115)
İmamı Nevevi, yazdığı esere bir bölüm açarak şöyle der: “ Bu konu Son derece kaçınılması gereken şeylerin başında gelenlerden birisi de Kur’an-ı bir geçim aracı haline getirmektir.” (Nevevi, Et-Tıbyan fi Adabı Hameletil Kur’an, s. 42)
Tacüş-Seria: “ Ücretle Kur’an okumanın, ne okuyana nede okutana sevabı dokunur.” Ayni: “Dünyalık için Kur’an okuyan, okumaktan alıkonulur. Bu durumda alanda verende günahkârdır. (İbn Abidin, Şifaül Alil, s. 180)
Bu konu, önemine binaen devam edecektir. B.ÇÖL 24–10–2009
ÜCRETLE KUR’AN OKUMAK VE OKUTMAK(2)
Bu yazıma da yine geçmişte bizzat şahit olduğum olayı naklederek başlamak istiyorum: Yirmi sene öncesiydi, bir Arife günü yukarı tekke mezarlığını ziyarete gitmiştim. Adet olduğu üzere o gün birçok insan yakınlarının mezarını ziyaret edip, bir Fatiha okumak için mezarlıklara akın etmişti. O günlerde biraz Kur’an okumasını bilen Köylü veya varoşlarda yaşayan fakirler, Arife ve Bayram günlerinde mezar başlarında Yasin okuyarak birkaç kuruş para kazanırlardı.
Mezarlığın girişinde koltuğunun altına bir Mushaf sıkıştırmış, dilenci kılıklı biri “Abi ölmüşlerine Yasin okuyayım mı?” diyerek karşıladı. Ben “sağ ol” diyerek savdım, fakat benden sonra daha düzgün giyimli ve fotör şapkalı birini yakaladı. Ona da aynı teklifi yaptı, oda kabul etti. Bende onları duyayım diye biraz yavaşladım. Aralarında şöyle bir konuşma geçiyordu.
–“ Bir Yasin okumana kaç lira vereceğim?”
–“ On lira versen yeter Ağabey. Okutacak kişi peki diyor ve bir mezarın başında duruyorlar. Okuyacak olan koltuğunun altından Mushaf’ı alıyor ve Yasin’i açıyor. Bende yakın bir mezarın başına oturarak onları izlemeye devam ediyorum. Adam Yasin’i Şerifi sesli olarak okumaya başlıyor, Yasin suresinin baş tarafından iki satır okuyor ve öbür sahifeye geçiyor. Oradan da iki sıra okuyor, diğer sahifeye geçiyor, böylece beş dakikada Yasin’i Şerif’i bitirerek ayağa kalkıyor ve ücretini istiyor. Adam çıkarıp on lira uzatıyor fakat bizim ki, mezarın başına giderken kabul ettiği on lirayı bu sefer iki misline çıkararak yirmi lira istiyor. Bende bu durumu görünce dayanamıyorum, “Dur kardeşim dur, para falan verme” diyorum. Taaccüp ederek, “niye” diye soruyor. “Çünkü bu adam senin ölülerine Yasin okumadı, her sahifenin baş tarafından iki sıra okuyarak keseden bitirdi” diyorum.
Bir evvelki yazımda bilmediğimden, ama pazarlık etmeden bende ücretle Hatim okuduğumu anlatmıştım. Ancak bizim Hatim okuduğumuz zamanlarda gerçekten bir mesai harcıyor, bir emek sarf ediyorduk. Yinede o günden beri okumuş olduğum Kur’an-dan, Yasin’i Şeriften veya Mevlitten hiç ücret talep etmedim ve verseler de almadım. Fakat yukarıda anlattığım hikâye, her Arife ve Bayram günlerinde yaşanmaya devam ediyor. O, halde konunun fıkh’i hükmünü anlatmaya devam edelim ki İnşallah faydalı olur.
Şeyhu’l İslam Ankaravi Mehmet Efendi: Kıraat ya taattır (Sevaptır), ya masiyettir (Günahtır), ya da mubahtır. Bir dördüncü şık düşünülemez. Eğer Kur’an okumak, Hadis okumak gibi bir taatse, bunların karşılığında ücret almak, taate ücret almak olur ki, taat üzerine ücret anlaşması yapmak sahih değildir. Eğer şarkı, türkü gibi bir masiyetse, o zaman bu masiyete ücret olmak olur. Bu ise batıldır. Yok, eğer Edebiyat vs. kitapları okumak gibi bir mubah okumaksa, o zamanda ücretle tutanın ücret vermeden bile sahip olduğu bir şeyi, ücretle yaptırması olur ki, bu Mün’akid (Geçerli) olmaz. (Feteva’yi Ankaravi. 11/293)
El-İhtiyar ve Mecmau’l Feteva’de: “Kur’an için herhangi bir şey almak caiz değildir. Zira bu ücret gibidir” denmektedir. Ücrete benzeyen caiz olmazsa, ya ücret olarak alınan nasıl caiz olacaktır? ( İbn Abidin, Şifaül Alil, s179)
İbn Teymiye: “Kıraate ücret ve sevabını ölüye gönderme sahih değildir. Çünkü bu hususta hiçbir İmamımızdan makul bir izin yoktur. Hatta ulema, okuyan bir mal karşılığı olursa, bunun bir sevabı yoktur demişlerdir. Kur’an okuma karşılığı ücret alınmayacağında İmamlarımızın ittifakları vardır. İhtilaf, öğretmeye verilecek ücret konusundadır.” (İbn Abidin, Şifau’l Alil, s. 175)
İmam Birgivi: “Bunun için vasiyette bulunmak batıldır. Alınan alana haramdır. Bu yolla Kur’an okuyanda, onu dünyanın bayağı metaına alet ettiği için asidir. Allah’tan da utanmazlar, bu Kur’an-ı birkaç değersiz para için, hayır, bilakis talibi köpekler olan kazurat ve leşler için okurlar. Bu yolla insanları aldatabilirler ama, gaybın ve görünenlerin Alimi olan Allah’ı nasıl aldatacaklar?!” (İbn Abidin, Şifau’l Alil. S. 174)
Buraya kadarki İmamların görüşlerini, “Ebediyen, biz” isimli siteden istifade ederek yazdım. Yüce Mevla, hazırlayanlardan razı olsun. Birazda “Sorularla İslamiyet” sitesinden konuyla ilgili bilgiler alalım.
“Kur’an okumayı bilmediğimden, yakınlarımın ölüm günlerinde ruhlarına sevap göndermek için bir Hoca çağırıp Kur’an okutuyoruz. Her ne kadar ücret almak istemez görülseler de, ceplerine uygun bir miktarda para koymaya itirazda etmiyorlar. Bu durumda: Kur’an okuyanlara, okumalarına karşılık ücret vermek ve onların verilen ücretleri memnuniyetle kabul etmeleri doğru bir hareket mi?
Cevap: Kur’an-ın okunması ölüye gitmez. Okumadan dolayı Allah’ın lütfettiği sevap ölüye hediye edilir. Bu sebeple amacı para almak olan bir insan para için Kur’an okursa ibadet olmayacağından sevap beklemek doğru değildir. Bu sebeple âlimler Kur’an para için okunmaz demişlerdir.
Hanefi mezhebine göre: Taat ve ibadet karşılığında ücret almak haram olduğundan Kur’an-ı Kerimi menfaat karşılığı okumak caiz değildir. Ücret alanda mesuldür, verende. Peygamber (s.a.s) şöyle buyuruyor: “Kur’an-ı Kerimi tilavet ediniz. Fakat karşılığında ücret alıp menfaat sağlamayınız. Ancak Hanefi mezhebinin son âlimleri Ezan, İmamet vaaz ve Kur’an öğretmek mukabilinde ücret almayı uygun görmüşler ve haram olmadığını söylemişlerdir. Çünkü ücret mukabilinde belirli kimselere bu vazifeler yaptırılmazsa, ibadet ve taatlar da aksaklıklar meydana gelecektir. (Mezahibi Erbaa, c.3, s. 172)
Hülasa: Kur’an, karşılık beklenmeden okuyarak ve dinleyerek sevap elde edilir ve geçmişlerimize hediye edilebilir. Ancak asıl olan Kur’an-ı Kerimi ibadet kastıyla ve Allah rızası için okumak ve dinlemektir.
MÜSLÜMAN NİYE NAMAZ KILMAZ?
2008 senesinde yapılan bir anketin sonuçlarına göre Türkiye deki Müslüman erkeklerin yüzde otuz altısı, Müslüman kadınların ise yüzde kırk beşinin namaz kıldığı tespit edilmiş. Bu duruma göre Türkiye de Müslümanların yüzde kırkı namaz kılıyor, yüzde altmışı ise kılmıyor. Peki, namaz kılmadan Müslümanlık olur mu? İşin mezheplere göre fetvası bir tarafa, İslam’ın beş şartını bilen her Müslüman namazın Müslümanlar için olmazsa, olmaz olduğunu bilir.
Her Müslüman bilir ki İslam’ın şartı beştir. Birincisi İslam’a girmek ve Müslüman olmak için anahtar vazifesi gören kelime’i şahadettir. Bu cümleyi inanarak söyleyen kimse anahtarı kullanmış, kilidi açmış ve İslam sahasına giriş yapmış olur. İslam sahasına giren kişi mükellef olur, yani verilen emirleri yerine getirmekle vazifelenmiş olur.
İslam sahasına girmiş, mükellef olmuş kişiye verilen emir de dört tanedir. Sırası ile sayacak olursak Namaz, Oruç, Hac ve Zekât’tır. İslam’a girmenin şartı olarak kabul edilen bu emirleri sondan başa doğru ele alalım.
1- Zekât: Belirli miktarda birikimi olan ve üzerinden bir sene geçen mükellef, bu birikiminin yüzde iki buçuğunu muhtaçlara verir. Tafsilatları fıkıh kitaplarımızda mevcuttur. Görüldüğü gibi bu ibadet herkes tarafından değil, zekât verecek miskal mala veya paraya sahip olanın senede bir defa ifa etmesi gereken bir ibadettir.
2- Hac: Sıhhati ve yol esenliği olan, Mekke’ye gidecek imkâna sahip bulunan Müslüman’ın ömründe bir defa Kâbe de bu ibadeti usulünce eda etmesidir. Bu ibadette, Müslümanların tamamına değil, belki çok azına farz olan bir ibadettir.
3- Oruç: Diğer iki ibadete göre daha genele farz kılınan bir ibadettir. Bu ibadet ise senenin sadece bir ayında, Ramazan ayına mahsus bir ibadet olmuştur. Diğer aylarda veya günlerde Ramazan ayında tutulamayan oruçlar kaza edilir.
4- Namaz: Namaz diğer üç ibadete göre yüzde, yüz farklılık arz eden bir ibadet şeklidir. Çünkü namaz, ne hayatımızda bir defa yerine getirilen bir ibadet, ne çok az Müslüman’ın senede bir ifa ettiği görev ve nede on iki ay da bir ay tutulan oruç’tur. Namaz, aklı yerinde olan ve buluğ çağına gelmiş kadın, erkek, genç, ihtiyar herkesin her gün beş vakit yerine getirmesi farz olan bir ibadettir. Namaz için tek istisna vardır, oda kadınların özel halleri ve doğum sonrası durumlarıdır. Bu iki durumun haricinde kadın, erkek hiçbir mükellefe namazı terk etmeye müsaade edecek bir mazeret yoktur.
O, halde namaz, İslam’ın temel ibadetidir ve Peygamber Efendimizin diliyle “Namaz dinin direğidir, onu terk eden dinini yıkar.” Namaz, sadece Ümmet’i Muhammed’e farz olan bir ibadet değil, Hz. Âdem’den Peygamber Efendimize kadar gelip-geçen bütün Peygamberlerin Ümmetlerine farz kılınan bir ibadettir.
Hal böyleyken, Türkiye nüfusunun yüzde doksan dokuzu Müslüman iken, nüfus cüzdanlarımızın din hanesinde İslam olduğumuz yazılı iken ve her gün Müezzinler minarelerden bütün Müslümanları “Namaz uykudan daha hayırlıdır. Haydin namaza, haydin kurtuluşa gelin” diye çağırırken niçin hala Ulu Camilerimizde, mahalle Mescitlerimiz de tek sıra ile namaz kılınmaktadır.
Müslümanlar niye namaz kılmazlar? Bu konu emri maruf, nehyi münker yapan bir davetçi için kafa yormaya değer bir mevzudur. Kendi çapımda yaptığım araştırmaya göre namaz kılmayanları üç kısma ayırıyorum. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
1- Birinci gurup iman zafiyeti olanlar: Bunlar kendi arasında ikiye ayrılır. A- Ateistler: Yani Allah’ı, kitabı, Peygamberi kabul etmeyen dinsizler. Bunlara göre Evren de ne varsa hep tesadüf eseridir. Yaratıcı ve düzeni devam ettiren bir İlah yoktur ve ahret âlemi, cennet, cehennem uydurmadır. Bu güruh hep köşe başlarını tutmuştur. İletişim araçlarına, radyoya, televizyona, basın-yayın kuruluşlarının çoğuna hâkimdirler. Güç odakları bunların elindedir. Okullarda din derslerini istemezler. İmam Hatiplerin kapatılması için çırpınırlar veya İmam Hatip talebelerinin Üniversitelerde okumaması için ellerinden geleni yaparlar. Başörtüsüne karşıdırlar, Camiyi, cemaati, İmamı, Müezzini hiç sevmezler. Bir ömür boyu dinle, mukaddesatla uğraşırlar. İnançsızlıklarında da samimi değildirler. Ne nüfus cüzdanlarında ki İslam yazısını sildirirler ve nede “ölünce beni İslami usullerle kaldırmayın” derler. Öldükleri zaman getirir bir caminin musalla taşına korlar. Aynı inançta ki yandaşları cenaze namazına da iştirak etmez, yandan seyrederler. Yandaşlarından birisi öne geçer ve ölenin ömür boyu irtica ile nasıl mücadele ettiğini, dindarlara ne zulümler yaptığını ballandıra-ballandıra anlatır, izleyenlerde “şak-şak-şak” diye alkışlarlar. Son görevi İmam yapacaktır, alır eline mikrofonu, cemaate döner ve sorar, “Merhumu nasıl bilirsiniz” bizim saf cemaat hep bir ağızdan “Ehlisünnet vel cemaat” diye cevap verirler. Hâlbuki musallada yatan hep sünnet ehli ile uğraşmıştır. İmam bu durumu bildiği halde ikinci soruyu sorar, “ Merhuma dünyevi haklarınızı helal edermisiniz?” Cemaat yine hep bir ağızdan cevap verir. “Helal olsun.” Cemaatten birisi çıkıp ta “bize ömür boyu zulmeden, dine, mukaddesata küfreden birine niye hakkımızı helal ediyoruz” demez, diyemez. İşte böyle bir ömür Müslümanlara zulmedene, Müslüman cemaat hakkını helal ederek toprak olmaya gönderirler.
İnanç zafiyeti dolayısıyla namaz kılmayanların ikinci kısmı ise, mezhepçiler ve taklidi imana sahip cahil Müslümanlardır. Bu konuya bir sonraki yazıyla devam edeceğiz İnşallah.
MÜSLÜMAN NİYE NAMAZ KILMAZ? (2)
İman zafiyeti içinde olup ta namaz kılmayanların ikincisi de kendi içinde ikiye ayrılır. Birincisi, Mezhepçilerdir: Mezhepçiler diye adlandırdığım bu gurup ile temelde bir ayrılık yoktur. Onlarda Allah’a, kitaba, peygambere diğer Müslümanlar gibi inanırlar. Kendilerini Müslüman kabul ederler, hatta İslam içi bir tarikata mensup olduklarını da iddia ederler. Ancak İslam’ın temel ibadetleri olan namazı kılmazlar, Ramazan orucunu tutmazlar, Hac’ca gitmezler ve Zekâtı da vermezler. Bunlara mukabil cenazelerini diğer Müslümanlar gibi kaldırırlar, cenaze namazına iştirak ederler, Kurban keserler ve bazı sünnetleri ifa ederler. Sahabenin bir kısmını severler, diğer bir kısmından nefret ederler. Çok sevdikleri ve ismi ile anıldıkları büyük halife ve sahabe, namaz kılarken şehit edildiği halde, bunlar inatla namazdan kaçarlar. Bu gurup günümüzde Ateistlerin tesirinde kalarak geçmişteki inançlarını da terk eder duruma gelmiştir. Bunlara acınır ve Cenabı Allah’tan hidayet dilenir.
İkincisi: Mukallit imana sahip olan ve günümüzde çoğunluğu teşkil eden Müslümanlardır. Bunların anne, babaları ve dedeleri Müslüman dır, hatta belki de Hacıdır, Hocadır, namazını kılan ve diğer ibadetlerini bihakkın yerine getiren samimi inanç sahibidirler. Fakat bunların çocukları gerekli dini eğitimi alamamış, Kuran Kursuna veya İmam Hatibe gidememiş, itikadı ve ameli konularda bilgilendirilmemiş, cahil bırakılmışlardır. Bu guruptaki Müslümanlar neye, nasıl ve niçin inandıklarını bilmezler. Sadece anne ve babaları Müslüman olduğu için, bunlarda Müslüman’ız derler. Bu kesiminde hüviyetlerinde İslam yazılıdır fakat din konusunda gerçekten bilgisiz kalmışlardır. O kadar ki, Allah’ın sıfatlarından birini bile bilmezler, “Hz. Ebubekir veya Hz. Osman kimdir diye sorsan, Peygamberimiz değil mi” diye cevap verirler. İmanın ve İslam’ın şartlarında bihaberdirler. Abdest alıp, gusül yaparlar, fakat ne farzını bilirler, nede sünnetini. Bu insanlar Müslüman bir muhitte doğmuş ve büyümüşlerdir. Evlerinin yanı başında camide vardır. Beş vakitte okunan ezanı da dinlerler. “Müslüman mısın” diye sorulsa hemen “Elhamdülillah” diye cevap verirler. Mukaddeslerine, kimsenin dil uzatmasına müsaade etmezler. İtikadı konularda zayıf olmaları, ibadetin önemine vakıf olmamaları dolayısıyla namaz kılmazlar ve diğer ibadetlerini ihmal ederler. Bu kesimi bilgilendirmek için, “Emri maruf, nehyi münker” yapanlara büyük iş düşmektedir.
2- İkinci gurup, ibadetin faziletini ve cezasını bilmeyenler: Bu guruptakiler, İman ve itikat konusunda bilgileri olmasına rağmen, ibadet ve itaat bahsini ihmal ederler. Bir devre, “hele genciz biraz gençliğimizi yaşayalım, sonra ibadet ederiz derler.” İkinci devre, evlenir, çoluk-çocuğa kavuşurlar, geçim sıkıntısı, dünya meşakkati yine ibadetten alı kor veya namaz kılmamak için bu durumu sebep gösterirler. Bu kişilere, birileri gelip “Bak kardeşim namaz kılmazsan ahrette şu-şu cezaları çekersin. Ama namazını kılarsan ahrette ilk hesaba çekileceğin konu bu olduğu için, namazın hesabını verirsen kurtuluşa erersin” diye nasihatte bulunmadıkça gaflet uykusundan uyanıp bir türlü ibadetle buluşamazlar. Bu tür nasihatlerde, bizde genellikle camide, cumada, hutbede yapılır. Yani namaz kılmak için camiye gelene, namaz kılın diye nasihat edilir. Hâlbuki asıl camiye, cemaate gelmeyene nasihat edilmesi ve ibadetin öneminin anlatılması gerekir. Son zamanlarda Namaz kılmayan Müslümanları, namaz kılar hale getirmek için, çeşitli il ve ilçelerde düzenlenen konferanslar, Televizyon ve Radyolarda yapılan dini sohbetler, Gazetelere ve internet sitelerine yazılan makaleler bu konuda yapılan en güzel hizmetlerdir. Duyarlı Müslümanlara düşen görev, namaz kılmayanları bu yöndeki konferansları dinlemeye ve yazılanları okumaya yönlendirmektir. Bu durumdaki Müslümanlara yapılması gereken şey, ibadetin önemi hususunda bilgilenmeleri için yardımcı olmaktır.
3- Üçüncü gurup ise ibadet yapmayı bilmeyenler: İbadet yapmayı bilmeyenler derken kast ettiklerim, namaz kılarken okuduğumuz sureleri ve duaları bilmeyenlerdir, yoksa namaz kılmayı bilmeyenler değildir. Bugün elli yaşının üstünde olup ta namaz kılanların ekserisi okuma-yazma bilmeyen Müslümanlardır. Kadınlarda bu oran daha fazladır. Bu yaştakilerin çoğunluğu köy mekteplerine gitmiş, Kuran okumaya fırsat, beklide ruhsat bulamadıklarından cami hocasının sureleri ve duaları hece-hece tekrar etmesinden öğrenmişlerdir. O günkü ezberledikleri “ağız derslerinden” yani namazda okunan sure ve dualardan doğru yanlış akıllarında ne kaldı ise, o bilgilerle namazlarını kılmaya çalışıyorlar. Bu durumu tam anlayabilmek için evde namaz kılan annemiz, babamız, dedemiz veya ninemizden birini namazda okuduklarını bir dinlesek ne kadar yanlış okuduklarına şahit oluruz. Kimisi, “Besmeleye” “Mis millah” diye başlar. Kimisi “Ellahü Ekber” diyecek yerde “Alla fekmer” diye tekbir alır. Kimisi de “Sübhaneke” yerine “Sübaneke” “Ettehıyyatü” yerine “Attayatu” diye dualar okur. Yinede bunlar şanslıdır, yanlışta olsa namaz kılmalarına yetecek kadar sure ve dua akıllarında kalmıştır. Hele birde hiç mektebe gidememiş veya ilkokula, ortaokula, liseye gittiği halde namaz surelerini ezberleyememiş nice Müslüman var ki, yaşı kırk-elliye gelmiştir. Namaza başlaması gerektiğini anlamıştır. Fakat namazda neler okunur hiç bilmemektedir. Gururuna yedirip mahallenin Hocasından derste almaz. İşte bunlar gerçekten yardıma muhtaç Müslümanlardır. Aslında bu kişilerin yapması gereken, hemen bir kitapçıya gidip “namaz Hocası” kitabı alacaklar, okuma biliyorlarsa kendileri okuyup ezberleyecekler, bilmiyorlarsa evde okuması olan birine okutarak ezberleyip hemen namazlarına başlayacaklar. Bunlara kolaylık olsun diye sekiz sahifelik bir Risale hazırlayıp dağıttım. İsteyen yazı yazdığım sitelerden indirip okuyabilir.
NİÇİN NAMAZ KILMALIYIZ?
Yukarıdaki başlığı namazın önemini anlatmak için yazdım. İnsanımız genellikle namaz kılınmayan bir ortanda doğup büyüdüğü için, namaz kılmadan da Müslüman olarak yaşanacağını zannediyor. Konu ile ilgili ayet, hadis ve Müçtehit âlimlerin sözlerine geçmeden önce biraz beyin jimnastiği yapmakta fayda var. Niye namaz kılmamız gerektiğini şöyle sıralaya biliriz.
1- Mükellef olduğu için: İnsanlar belirli yaşa geldiğinde askere giderler. Askeriyenin nizamiyesinden içeri girince hemen haki renkli bir asker elbisesi giydirilir. Bundan sonra o kişinin adı artık asker olur ve askeri yükümlülük altına girer. Yeni asker olanında yapması gereken birinci vazifesi eğitimdir. Hiçbir askerinde, ben asker oldum ama eğitim yapmam deme lüksü yoktur. İşte böylede Müslüman çocuğu belirli yaşa gelince ergenlik çağına ulaşır, yani akıl baliğ olur ve mükellef sıfatını alır. Askerlik elbisesini giyen nefer gibi, buda Müslümanlığın icaplarını yapmakla yükümlü hale gelir. Askerin birinci vazifesinin eğitim olduğu gibi, akıl-baliğ olan kişinin birinci vazifesi de şüphesiz namaz kılmaktır. Hiçbir Müslüman’ın, “Ben Müslüman’ım ve Müslüman olarak ta yaşayacağım ama namaz da kılmayacağım deme lüksü yoktur. O halde Müslüman mükellef olduğu için namaz kılmalıdır.
2- Şükretmek için: Bir insanın ana rahmine düşmesi milyonda bir ihtimal bile değildir. Orada şekillenmesi, ete-kemiğe bürünmesi, kendisine ruh ve can verilmesi, elinin, ayağının, gözünün, kulağının ve bilumum azalarının tekâmül edip günü gelince doğması, hepsi Yüce Allah’ın rahmetinin eseridir. Doğduktan sonra Anne şefkati ve Baba sevgisi ile büyümesi, gelişip kuvvetlenmesi, akıl ve irade sahibi olması, iş-güç bulması, evlad’ü-ıyal’e kavuşması, sağlık ve afiyette olması, hulasa insanın nefes alıp- vermesi dahi Cenabı Allah’ın verdiği nimetlerin sadece bir kaçıdır. Şüphesiz bu nimetlerin en büyüğü insanın hidayet üzere olması, İman ve itikada kavuşması, kısaca Müslüman olarak yaşaması da en büyük nimettir. Bu saydığım ve sayamadığım bu nimetleri insanoğluna bahşeden Yüce Yaratıcıya hamd etmesi, şükretmesi, yani Türkçesi teşekkür etmesi gerekir. Yemek yerken masanın öbür tarafında ki tuzluğu istediğimiz birine teşekkür etmeyi ihmal etmeyiz de, bize bu kadar nimeti istemeden veren Rabbimize nasıl şükretmeyiz. İşte, kulun Yaratana teşekkür etmesinin en güzel ifadesi namazdır. Namazda insan Rabbine nasıl teşekkür eder? Farz, vacip, sünnet bütün namazların her rekâtında okuduğumuz bir sure vardır ki, Kuran’ı Kerim’in ilk suresi Fatiha’dır. Bir başka deyişle “Elhamdü” suresidir. Türkçesi şükretmek demektir. Namaz kılan herkes, her rekâtta Fatiha’yı okurken şöyle der: “ Din gününün sahibine, Rahman ve Rahim olan, Âlemlerin Rabbine hamd, (Şükür) ederim” diye dua eder. Her rekâtta okunan Fatiha, insanın Rabbine dil ile şükretmesidir. Diğer taraftan namaz kılanın ayakta durması, (Kıyam) Kuku’ya eğilmesi, Secdeye kapanması ve Tehıyyat’ta diz üstü oturması, hepsi fili bir teşekkürün ifadesidir. O halde, Kul Rabbine şükretmek için namaz kılmak mecburiyetindedir.
3- Yüce Allah insanı, kulluk yapsın diye yarattığı için namaz kılmalıdır: Kuran’ı Kerimin diliyle “kulluk yapmakla, ibadet yapmak” aynı manaya gelmektedir. İnsanın yaratılış gayesi Kuran’ı Kerim de şöyle anlatılmaktadır. “ Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler, (Kulluk yapsınlar) diye yarattım.” (Zariyat, 56) Bir başka ayette, “Ölüm sana gelene kadar Rabbine ibadet et.” Her iki ayette apaçık insanlığa ibadet yani kulluk emredilmektedir. Ahrette geçirilecek zamanın yanında saniyelik bile değeri olmayan dünya hayatının yaratılış gayesinin dışında geçirilmesinin ne faydası olabilir. O halde insan yaratılış gayesine uygun yaşamalı ve namazını kılmalıdır.
4- Allah’ı Razı etmek için namaz kılmalıdır: Bütün ibadetler Allah rızası için yapılır. Kılacağımız her namaza niyet ederken şöyle başlarız: “Niyet ettim Allah rızası için bu namazı kılmaya” diye niyet ederiz. Allah’ın rızasının anlatıldığı Tevbe suresinin 71 ve 72 ayetleri şu manaları ihtiva eder. “Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah Aziz’dir, hikmet sahibidir. Allah müminlerin erkeğine, kadınlarına altından ırmaklar akan cennetler vaat etti; İçlerinde ebedi kalacaklar. Hem Adn cennetlerinde güzel-güzel meskenler… Allah’ın bir rızası ise hepsinden büyüktür! İşte asıl kurtuluşta budur.” Ayette de işaret edildiği gibi bütün amellerde en büyük kazanç şüphesiz ki Allah’ın rızasıdır. O halde Yüce Yaratıcının bizden razı olması için namaz kılmalıyız.
5- Allah’ü Teala’nın Kur’an-ı Kerimde Namaz kılanlara vaat ettiği nimetlere kavuşmak için namaz kılmalıdır: Kur’an-ı Kerimde birçok ayet müminlerin vasıflarını anlatırken “Onlar iman eder, Salih amel işlerler, onlar altından ırmaklar akan cennete ebedi olarak girerler” diye anlatılır. “Küfredip Salih amel yapmayanın cezası olarak ta cehenneme girecekleri ve o yerin ne kadar kötü olduğu” bildirilir. Tasavvuf ehli “Cennete girmek veya cehennemden kurtulmak için ibadet etmeyi pek uygun görmeseler de, doğru olan yapılan ibadetler karşılığında Yüce Allah’tan mükâfat istemek ve azabından kurtulmayı dilemek Kur’an-ı Kerimde bize öğretilen dualardandır. Kıldığımız her namazın Tehiyyatın da okuduğumuz “Rabbena Atina” duasın da Yüce Allah’a şöyle yalvarıyoruz. “Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, ahrete de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru.” Peygamber Efendimiz “Veda hutbesinde” şöyle buyurur. “Rabbiniz Allah’a karşı gelmekten sakınınız. Beş vakit namazınızı kılınız. Ramazan orucunuzu tutunuz. Malınızın zekâtını veriniz. Amirlerinizin (Allah’a isyan olmayan) emirlerine uyunuz. Rabbinizin cennetine girersiniz.
Niçin namaz kılmamız gerektiğini beş madde de özetledim. Niye namaz kılmamız gerektiğinin sebeplerini bu sayının iki veya üç katına çıkara biliriz. Ama sözü uzatmamak için bu kadarla kifayet ediyorum. Namaza devam!
NAMAZ KILMANIN FAYDALARI
Namaz kılmanın faydalarını saymakla bitiremeyiz. Dünyevi ve uhrevi faydalarını şöyle sıralaya biliriz.
1- Gönül rahatlığı sağlar: günlük namazını kılan kendini hafiflemiş, yüklerinden kurtulmuş gibi hisseder. Üzerine mühim bir görev alan insan onu yerine getirdiğinde kendini nasıl rahatlamış ve gönül huzuruna kavuşmuş bulursa, Yüce Mevla’nın insanoğluna yüklediği en önemli vazife olan namazı da kıldığımız zaman o rahatlığı, o huzuru yakalamış oluruz. Yalnız burada bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum. Bazen namaz kılan kardeşlerimiz “Şu borcumu ödeyeyim de rahat- rahat oturayım” deyip, kalkıp namaza duruyorlar. Bu ifade yanlıştır. Yüce Allah’ı sıradan bir alacaklı, kendimizi de namazı kıldığımızda borcumuzu ödemiş kabul etmemiz doğru değildir. Seksen yaşına kadar yaşayan bir Müslüman ömür boyu hiç eksiltmeden namaz kılmış olsa bir günlük alıp, verdiği nefesin şükrünü eda etmiş olmaz. Bizim Allah’a ne kadar borcumuz var da hemen namazı kılınca ödeşmiş oluyoruz? Bu yanlış ifadeyi kullanmaktan kaçınmalıyız.
2- Allah ve Resulüne itaat etmiş oluruz: İbadetin bir anlamı da söz dinlemek, itaat etmek demektir. Yüce Allah Kur’an-ı Keriminin birçok ayetinde namaz kılmayı emretmekte, kılanların ereceği mükâfatı, kılmayanların göreceği cezayı bildirmektedir. Yaşadığımız dünyada da, idarecilerimizin koyduğu kanunlara, emir ve yasaklara uyduğumuz oranda rahat ederiz. Dünyadaki rahatımız nasıl ki dünyevi nizamlara, yasalara itaate bağlı ise, ahretteki rahatımız da İlahi kanunlara ve nizamlara itaat etmekle mümkün olur. İlahi emirlere itaat etmek demekte amellerin en faziletlisi namazı kılmakla olur. “Amellerin en hayırlısı hangisidir” sorusuna, Peygamber Efendimiz “Vaktinde kılınan namazdır” buyurmuştur. İkinci defa tekrar edilen soruya, Peygamber Efendimiz aynı cevabı verdikten sonra, şöyle devam etmiştir: “İşin başı İslam, direkleri namaz, en yüksek noktası ise cihattır” buyurmuştur.
3- Allah’ı zikretmiş oluruz: Allah’ü zül Celal’in Kur’n-ı Kerimdeki emirlerinden birisi de “Allah’ı zikretmektir.” Zikre, iki türlü mana verilmiştir. Birisi ve halen tatbik edileni “Esma ül Hüsna’yı” Yani Yüce Allah’ın güzel isimlerini dil ile tekrarlamaktır. Namazda da okunan duaların ekserisi Kur’an ayet veya sureleridir. Zaten Kur’an okumakta zikrin kendisidir. Diğer taraftan namaz içinde okunan Sübhaneke, Ettehıyyatü, Rükû ve Secde de tekrarlanan “Sübhane Rabbi yel Azım, Sübhane Rabbi yel aala” ve her hareketin başında tekrarladığımız “Ellahü Ekber” cümlelerinin hepsi de birer zikir sözcükleridir. Zikrin ikinci ve gerçek manası ise anmak, hatırda tutmak ve yaptığı işten gafil olmamaktır. İslam literatürün de buna “İhsan” denir. “İhsan ne dir ya Resulüllah?” diye soran Cebrail’e, Peygamber Efendimiz: “İhsan Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmektir. Çünkü sen onu görmesen de O, seni görüyor” diye cevap vermiştir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerimin “Taha” 14. ayetinde “Beni anmak için namaz kıl” buyurmuştur. Namaz kılan kimse hem Kur’an okumuş, hem Allah’ı tekbir, tespih ve dua ile anmış olur. Her türlü zikir namazda toplanmıştır. Mevlidi Şerifin müellifi Süleyman Çelebi, Miraç bahrinde namazı şöyle dile getirir.
Her kaçan kim bu namazı kılalar
Cümle gök ehli sevabın bulalar
Çünkü her türlü ibadet bundadır
Hakka kurbiyyetle, vuslat bundadır
Hakkiyle beş vakit olunduk ta eda
Elli vaktin ecrin eyler hak ata
4- Maddi ve manevi kirlerden temizleniriz: Her Müslüman bilir ki namazın şartlarında ikisi “hadesten taharet, necasetten taharet” Yani bütün vücudu gerektiren bir durum varsa gusül yapmak ve her namaz kılmaya kalktığımızda, üç azamızı yıkamak ve başımızı mesh etmekten ibaret olan abdest almak namazın gerektirdiği birinci temizliktir. İkincisi ise namaz kılacağımız yerin ve üstümüzde bulunan giydiklerimizin temiz olmasını sağlamaktır. Kısaca namaz bizatihi temizliktir. Peygamber Efendimizin şu Hadisi meşhurdur. “Ne dersiniz? Birinizin kapısının önünde bir ırmak olsa ve burada günde beş defa yıkansa bu kimsede hiç kir kalır mı? (Sahabenin); Hayır hiçbir kir kalmaz” diye cevap vermeleri üzerine, “İşte beş vakit namazda böyledir. Allah, bu sebeple günahları temizler, yok eder” buyurmuştur. (Buhari, mevakıt) Görüldüğü gibi namaz, kılanları maddi ve manevi kirlerden böyle temizler.
5- Namaz insanları kötülükten ve günahlardan korur: Beş vakit Hakkın huzuruna duran, haksızlık yapmaz. Günde beş defa namaz kılan kişinin bilmeden işlediği, hata kabilinden olan günahları affedilir. Büyük günahları ise işlemeye kıldığı namazlar set olur. Bu hususu Kur’an-ı Kerimde Yüce Allah şöyle açıklar. “(Ey Peygamberim!) Sana vah yedilen kitabı oku ve namazı doğru kıl. Çünkü namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarımızı bilir. (Ankebut, 45) Eğer bir kişi namaz kıldığı halde kötülük yapmaya ve günah işlemeye devam ediyorsa, kıldığı namazlarda noksanlık yapıyor demektir. Yüce Mevla namazlarında yanlışlık ve noksanlık yapanlara, “Öyle namaz kılanlara yazıklar olsun” demiştir.
HER HALÜ KARDA NAMAZ KILMALIYIZ
Namaz hususunda daha evvel birkaç tane yazım yayınlandı. Namazın önemini anlatmak için ne kadar yazsak azdır. Son olarak namaz kılmanın gereğini arz etmek istiyorum.
Bir şeye şart koşmak demek, koşulan şart yerine gelmezse O, şey olmaz demektir. Adı üstünde “İslam’ın şartı beştir, imandan sonra birinci şart namazdır ”diyoruz. O, halde İslam’ın olmazsa, olmazı namazdır. Namaz olmadan şart yerine gelmediğine göre, şart yerine gelmeden de İslam olmaz.
Yunus Emre merhum bu konuyu bir dörtlük ile ne güzel özetlemiş.
Müslüman’ım diyen kişi – Şartı nedir bilse gerek
Hakkın buyruğunu tutup – Beş vakit’i kılsa gerek.
Kim ki beş vakti kılmadı – bilsin tam Müslüman olmadı
Müslüman olmayan kişi – Cehenneme girse gerek.
Namaz kılmamak, bir yerde Allah’a isyan etmek demektir ve büyük günahlardandır. Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde Namazdan bahsettikten hemen kılmayanların cezasını bildirmiştir. “Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zayi ettiler ve şehvetlerine uydular. Bunlar, Gayya’ya konulacaklardır.” (Meryem, 59) Gayya’nın ne olduğu hususunda, İslam’ın ilk müfessirleri olan İbn Abbas ve İbn Mesut “Gayya” cehennemde bir vadidir” demişlerdir. Bu ayette ve birçok ayette; nefsine, şehvetine, dünya meşgalesine, dünya zevklerine dalarak namazlarını terk edenlerin cehennem azabı çekecekleri çok açık bildirilmiştir.
Namazı terk edenler hakkında Peygamber Efendimizin sözleri de çok ağırdır. “Namazı kasten terk etmeyin. Kim namazı kasten terk ederse, Allah’ın ve resulünün zimmetinden uzak olur.” (Ahmed İbn Hambel 421) Bir başka Hadisi Şerifte: “Kim namazına devam ederse, bu namaz kıyamet günümde onun için nur, delil ve azaptan kurtuluş olur. Kim de namaz kılmazsa, onun nuru, delili ve kurtuluşu olmaz. O kimse kıyamet gününde Karun, Firavun, Haman ve Übey bin Halef ile beraber olur.” (Ahmed İbn Hambel, 11, 169) Yukarıda ismi sayılanlar Hz. Musa’ya ve Hz. Muhammed’e ve getirdikleri şeriat’lara karşı gelenlerdir.
Birçok ayette namaz kılmayan veya ibadet etmeyenlerden bahsedildikten sonra “Onlar orada (cehennem) ebedi kalacaklardır” gibi ifadeler ve yukarda ki gibi hadis manaları, namazı terk edince küfre düşülüyor gibi anlaşılmış olabilir. Fakat İslam âlimleri bu konularda çok detaylı araştırma yapmışlar ve cehaleti, ihmalkârlığı, meşguliyeti nedeniyle namaz kılmayanların küfre düşmeyeceğini, fakat büyük günah sahibi olacaklarını açıklamışlardır. Fakat namazın farz oluşuna inanmayan, namazı önemsemeyen, bu devirde namaz mı kılınır, asıl olan kalp temizliğidir” gibi sözler söyleyen küfre düşmüş olur ve geçmiş amelleri heba olur. Namaz kılmayan büyük günah işlediği gibi, kendini diğer günahlarda da koruyamaz, işlediği günahlar kalbini karartarak dinden soğumasına ve uzaklaşmasına vesile olur.
Şeytanın en çok namaz kıldırmamak için uğraşır. Şeytan, Namaz kılmaya hazırlanan kimseye sinsice yaklaşır “ Her şeyi yaptın da namazın mı kaldı, namaz kılanlar çok mu dürüst, senin kalbin temiz olsun” diyerek vesvese verir. Başarırsa bir Müslüman-ı ibadetten uzaklaştırmanın keyfini yaşar. Eğer Müslüman aklını çalıştırır, Şeytanın iğvasına uymaz ve namazını kılmaya devam ederse, bu sefer başka yoldan yaklaşır. Namaz kılan Müslüman’a öyle vesveseler verir ki, başka zamanlarda aklının köşesinden geçmeyen şeyler gelir namaz kılarken onu rahatsız eder. Allah’ın varlığı, ibadetin gerekli olup olmadığı, dünyevi kaygılar, borçlar, dertler, çoluk-çocuk gaileleri ve daha bir sürü fikir beynine hücum eder. Buna bezer düşünceleri Müslüman’ın beynine şırınga eden Şeytan, geri döner O, Müslüman’a der ki “ senin bu kıldığın namaz değil, aklın başka yerde, fikrin başka yerde, sözde namaz kılıyorsun. Sen boşuna yatıp kalkıyorsun, böyle kılınana namaz kabul olmaz” diye vesvese yapar. Bu şekilde kandıra bilirse Bir Müslüman’ı namazda uzaklaştırdığı için memnun ve mesrur olur.
Bu hale düşen Müslüman’ın yapması gereken şey, namazda vesveseleri kafasından atmak için okuduğu ayetlerin, surelerin ve duaların manasını öğrenerek onları düşünmek. Müslüman böyle yapar, aklını çalıştırır, Şeytanı kendinden uzaklaştıra bilirse ve namazına devam edebilirse, bu seferde Şeytan başka telkinlerle yanaşır, cemaatten uzaklaştırmaya ve namazı tehir ettirmeye gayret eder. Cemaatte veya İmamlarda kusur aramaya başlatır, “zaten bu İmam bizim partili değil filan partidenmiş, bizi Müslüman bile kabul etmiyorlarmış” gibi veya “bu İmamın arkasında namaz kılınmaz sakal yok, bıyık yok” der. Oda olmazsa, “bu caminin halılarında garip şekiller var bunlara secde de edilmez, zaten bu caminin kıblesinde de biraz eğrilik varmış” gibi telkinlerle Müslüman’ı camiden, cemaatten uzaklaştırır. Şeytan bu konuda başarılı olursa, Müslüman evinde, iş yerinde namaz kılmaya başlar. Şeytan yine rahat durmaz. Müslüman elini, kolunu sıvamaya başlar, Şeytan hemen koltuğuna girer, “acele etme canım namaz kaçmıyor ya hele şu elinde ki işini temamla, vakit’in çıkmasına daha çok var” düşüncelerle en azından namazın sevabını azaltmak için gayret gösterir. Müslüman bu hileleri, vesveseleri atlatırda huşu içinde namaz kılmayı başarırsa, Şeytan yine boş durmaz, bu seferde şöyle yaklaşır. “ Yahu sen çok güzel namaz kılıyorsun, senden güzel, daha huşu içinde namaz kılan olamaz, en takva insan sensin” der. Böylece, inandırabilirse Müslüman’ı kibir’e veya riya’ya sokarak namazını hepten boşa çıkarmak, daha kötüsü gizli şirke bulaştırmak ister. Şeytanın hilelerini anlattığım bu bölüm aslında Peygamber Efendimizin bir hadisinin biraz teferruatlı yazılmasıdır. İşte namaz kılan insan Şeytanın bu hilelerini açmış ve rızayı bari’ye ulaşmış demektir. Bize düşen bugün, yarın demeden hemen namazımıza başlamaktır ve ara vermeden inşallah devam etmektir.
Bırak dünyanın nazını – Hemen kıl namazını
Yarın kılarım diyenin – Dün kıldık namazını.
NAMAZ KILMAYANLARI, NAMAZA
BAŞLATMAK İÇİN NELER YAPMALIYIZ?
Yukarıdaki sorunun muhatabı Hocalar, İmamlar, Vaizler, Müftüler ve Diyanet camiası denilebilir. Bu cevabı kısmen doğru kabul edebiliriz. Fakat kabul etmek bir meseleyi çözmüyor. Bizim derdimiz Diyanetimizi, Hocalarımızı tenkit etmek değil. Ancak diğer ibadetlerde olduğu gibi, namaz konusunda da Diyanet görevlilerinin tavrı “Vazifemi yaparım, keyfime bakarım” anlayışından öteye geçmiyor. Bu yüzdendir ki cemaat, İmamların çoğuna “Namaz kıldırma memuru” demektedir. Bugün için en iyi kabul edilen imam, mevcut cemaati ile iyi geçinen, beş vakit namazda camiye giden ve camisini temiz tutan İmamdır. Diğer taraftan, bugün sabah namazında devamlı camisine giden İmam çok az bulunuyor. Mahalle camilerinin önünde sabah namazı için cami kapısında imamı bekleyen ihtiyarlara çok rastladım.
Din görevlilerimizin tamamına bu gözle bakmak doğru olmaz. Muhakkak ki vazifeşinas, cemaatinin derdiyle dertlenen nice hocamız vardır. Hatta bazı Hocalarımız, Müftülerimizin müsaadesi olmadan cemaatine vazu, nasihat bile yapmaktadır. Bununla beraber Müftülerimiz, Vaizlerimiz, İmamlarımız Cuma vaizlerini, hutbelerini aksatmadan yerine getirmekteler. Hatta bazı zamanlarda yatsı namazlarından sonra Kur’an-ı Kerim okuma ve din dersleri verme kampanyası başlatılıyor, bunlar çok güzel hizmetler tabii ki, fakat namaz kılmayanları namaza başlatmak için bir kampanyaya, çalışmaya, gayrete Diyanet camiamız tarafından pek rastlayamıyoruz.
Sivas’ın yakından tanıdığı “Deli Mustafa” namlı bir Hocamız vardı. Yüce Mevla rahmetle muamele etsin. Kiminle tanışsa, kiminle görüşse hemen ona ilk sorusu “namaz kılıyor musun?” olurdu ve namaz kılmayı telkin ederdi. Yine onun ve birçok ilim adamının Hocası, Erzurumlu Ahmet Efendi diye bilinen merhum Hocamızda bütün vaizlerinde Gusül yapmayı, Abdest almayı, Namaz kılmayı öğreten fıkıh konularına yer verirdi. Ruhu şad olsun.
Günümüz Türkiye’sinde Müslümanları namaza yönlendirmek için gayret gösteren, yazılarıyla, konferanslarıyla, eserleriyle yoğun bir çalışma içinde olan birçok kuruluş var. Namaz platformu adı altında ve ya daha başka isimlerle namaz için mesai yapan, zaman ayıran bütün kardeşlerimden Allah razı olsun.
İnsanlarımızın çoğunu namaz kılar hale getirmenin ahrete yönelik kazançlarından geçmiş yazılarımda biraz bahsetmiştim. Kısaca Allah’ın rızasını kazanır ve cennet nimetine kavuşur diyelim. Dünyevi faydalarını siyasi, sosyal ve toplumun selameti açısından değerlendirebiliriz. Cenabı Allah Kur’an-ı Keriminde “Muhakkak ki namaz fuhşiyattan ve kötü şeylerden nehye der (alı kor)” buyurmaktadır. Allah’ın verdiği haberde bir şüphe olmayacağına göre, eğer insanımızın yüzde seksenini namaz kılar hale getire bilsek, suç işleme oranı yüzde seksen azalacak ve yüzde yirmilere inecek demektir. Bunun diğer anlamı da topluma huzur gelecek, insanlar malından, canından, namusundan emin olacak, dolayısıyla bu suçlardan ceza evlerini dolduranlar hürriyetlerine kavuşacak demektir.
Siyasal açıdan namazın bize kazandıracaklarını belki şu anda göremiyoruz ama böyle bir toplumda yaşasak O zaman anlarız. Yani insanımızın yüzde yetmiş ve ya sekseni namaz kılar hale gelebilse, her gün alenen Televizyonlarında, Gazetelerinde, bilumum iletişim araçlarında din düşmanlığı yapanlar, yine bu menfur emellerine devam edebilirler mi? Müslümanlara küfredenler, her türlü zulmü reva görenler bu tavır ve davranışlarını devam ettirebilirler mi? Cuma namazlarında camilerimizden binlerce kadın namazını eda ederek çıksa, hangi kuvvet bunların başörtüsüne dokunabilir? Yüzde yetmiş veya sekseninin namaz kıldığı bir cemaati, cemiyeti hangi siyasi kuruluş karşısına alabilir veya onlara sırt çevire bilir? Namazın dünyevi menfaatlerini de saymakla bitiremeyiz. O, halde ne yapmalı, nasıl etmeli de namaz kılanları hiç değilse yüzde ellinin üzerine çıkarmalıyız?
Bu konuda “Emri maruf, nehyi münker” yapabilecek bilgiye sahip her Müslüman’a görev düşmektedir. Geçmiş zamanlarda kapılarımıza bir dua bırakılır ve yanında da şöyle bir not ilave edilirdi. “Bu duayı günde şu kadar okuyun ve yedi kişiye de dağıtın. Böyle yaparsanız cennet ve huriler sizi bekliyor. Eğer okuyup yedi kişiye ulaştırmazsanız, eviniz yanar, çocuklarınız ölür, evinizi sel alır, daha bin türlü bela sizi yakalar ve ahrette de yeriniz cehennem olur” diye insanları tehdit ederlerdi. Bunlar dini dayanağı olmayan saçma, sapan iddialardır. Fakat bu sistemi namaza uygulasak ve her kes namazın önemini anlatan bir yazıyı namaz kılmayan yedi kişiye gönderse, gönderdiği kişilerin namaza başlayarak aynı yazıyı bir yedi kişiye daha ulaştırmasını istese, bunu sadece internet ortamında yapsa, çok büyük sevap kazanacağı ve cennet, Cemalüllah’a kavuşacağı muhakkak olur.
Bence bu konuda yapılacak en etkili çalışma şöyle yapılabilir. Her mahalle camisinin İmamı, Muhtarı ve mahalleden sevilen sayılan bir hacı amcayı da yanlarına alarak camiye en yakın evden başlayarak her gün bir komşunun evine kısa süreli ziyaretler yapılacak, günlük olaylara, siyasi dedikodulara girmeden ve muhatapları incitmeden ev halkını camiye, cemaate, namaza davet etseler, kimseyi sıkmadan belki bir akşamda birkaç haneye gitseler çok güzel netice alınacağını ve kısa zamanda namaz kılanların ikiye katlanacağını görebiliriz. Namaz kılacakları çoğaltmak için daha birçok fikir üretebiliriz. Konu ile ilgili çok yazı yazılması lazım. Ancak bu konuyu burada bitirmek istiyorum.
KISACA NAMAZ NASIL KILINIR VE
HANGİ DUALAR OKUNUR
( Dikkat: Bu yazıyı okuyun ve okutun.)
Abdest alıp seccadesinin başına geçen Müslüman Kıbleye yönelir.
Üç defa “Esteğfirullah’el Azım ve etubü ileyk ” der.
Namaz kılan erkekse ve kılacağı namaz da farz namaz ise, şöyle kamet getirir. Dört defa: “Ellah’ü ekber”, İki defa: “Eşhedü enla ilahe illellah”, İki defa: “Eşhedü enne Muhammed er Resulüllah.” İki defa: “Hay ye ales salah.” İki defa: “Hay ye alel felah” İki defa: Gad gametis salah.” Yine iki defa “Ellah’ü ekber” Ve son olarak: “Lailahe illellah” Diyerek namaza başlamaya hazır hale gelir. Not: Bu kamet sözlerini ezbere bilmeyenler, yazılı kâğıttan okuyarak kamet yapabilirler.
Niyet eder: Örnek. “Niyet ettim Allah rızası için Sabah namazının farzını kılmaya” der.
İlk tekbir için erkekse ellerini kulak hizasına, kadınsa göğüs hizasına kaldırır ve “Ellahü ekber” diyerek ellerini bağlar.
Namaza başlayınca ilk okunacak dua: Sübhaneke Allhümme ve bihamdike ve tebareke’smüke ve Teâlâ ceddüke ve la ilahe ğayruk.
Bu dua’dan sonra “Euzü billah’i mineş’Şeytan’ir Racim. Bismillah’ir Rahman’ir Rahim” der ve devamında,
Fatiha’yı, halk deyimi ile Elham’ı okumaya başlar: Elhamdü lillahi rabbil’alemin. Errahmanirrahimi Maliki yevmiddin. İyyakena’büdü ve iyyake nesteıyn. İhdinessıratal müstakim, Sıratallezine en’amte aleyhim, ğayrilmağdubi aleyhim ve leddallin. (Âmin)
Fatiha’dan sonra, “zammı sure” yani ilave bir ayet veya kısa sure okunur. Buraya ezberlenmesi ve okunması kolay dört tane ayet, dört tanede, sure yazacağım. Her rekât’ta, Fatiha’dan sonra, ilave edilen ayet ve surelerden birisi okunursa yeterli olur.
Rabbena la tüziğ gulubena bade iz hedeytena ve heblena min ledünke rahmeh. İnneke entel Vehhab.
Rabbena İnneke camiunnasi liyevmin laraybefih, İnnellahe la yuhlifül miad.
Rabbicalni mukimessalati ve min zürriyetii. Rabbena ve tegabbel dua’e.
Rabbenağfirlii ve livalideyye ve lilmüminine yevme yegumül hisab.
İnna aatayna kelkevser. Fesalli lirabbike venhar. İnne şanieke hüvel ebter.
Gul hüvellahü ehad. Ellahüssamed. Lem yelid ve Lem yuled ve Lem yekûn lehu küfüven ehad.
Gul euzü birabbilfelag. Min şerri ma haleg. Ve min şerri ğasigın iza vegab. Ve min şerrinneffasati fil ugad. Ve min şerri hasidin iza hased.
Gul euzü birabbinnasi, melikinnasi, İlahinnas. Min şerril vesvasilhannas. Ellezi yüvesvisü fi sudurinnas. Minel cinneti vennas.
Bu ayet ve surelerden bir tanesi, farz namazların ilk iki rekâtında, sünnet namazların her rekâtında okunur ve “Ellahü ekber” diyerek Rüku’a eğilir. Kadınlar bellerini az eğerler, erkekler ise yere parelel olacak şekilde tam eğilirler ve üç defa “Sübhane Rabbiyel Azıym” denir. Sonra doğrulur ve “ Semiallahü limen hamideh, Rabbena lekel hamd” denir.
Ve secdeye gidilir. Secde de iki ayak, iki el, iki diz ve alınla beraber burun olmak üzere yedi aza yere temas eder. Secde de üç defa “Sübhane Rabbiyel aala” denir. “Ellahü ekber” diyerek iki dizinin üzerine oturur, vücut sakinleşene kadar durur ve yeniden “Ellahü ekber” diyerek secdeye kapanır. İkinci secde de yine üç defa “Sübhane Rabbiyel aala” denir. Bu şekilde birinci rekât tamamlanır. Sonra “Ellahü ekber” diyerek ikinci rekâta kalkar.
İkinci rekâta başlarken sadece “Bismillahir Rahmanir Rahim” diyerek, yine sıra ile Fatiha’yı, yani Elham’ı okur ve peşinden yine yukarıda metnini yazdığım kısa sure ve ayetlerden birini okur. Bu ayet veya sureleri okurken yazdığım sıraya dikkat eder. Böylece birinci rekâttaki gibi, ikinci rekâtta da Rüku’a eğilir ve iki defa secdeye varır, tabi bu arada birinci rekâtta okuduklarını tekrarlar.
İkinci rekâtın secdesini tamamlayarak iki dizinin üstüne oturur. Eğer namaz kılan erkekse sol ayağını yatık halde bırakır ve sağ ayağının parmaklarını içe eğik vazıyetinde dik tutar. Kadınsa, iki ayağını da sağ tarafa doğru yatırır ve sol tarafına ağırlık verecek şekilde oturur ve “Tahiyyat” duasını okur: “Ettehıyyatü lillahi vessalavatü vettayybatü esselamü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berakatühu esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihıyn. Eşhedü en la ilahe illellah. Ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve rasulüh. Bu duayı okuduktan sonra, eğer kıldığı namaz iki rekâtlık farz veya sünnet ise, Sabah namazının farzı, sünneti veya Öğle, Akşam ve Yatsı namazlarının iki rekâtlık sünnetleri gibi, “Salâvat” dualarını okur. “Ellahümme salli ala Muhammedin ve ala âli Muhammed. Kema salleyte ala İbrahim’e ve ala âli İbrahim. İnneke Hamidün Mecid. Ellahümme barik ala Muhammedin ve ala âli Muhammed. Kema barakte ala İbrahim’e ve ala âli İbrahim. İnneke Hamidün Mecid.” ve “Rabbena Atina fiddünya haseneten ve filahireti haseneten ve gına azabennar” dua’sını okur. Sonra evvela sağ omzuna bakacak şekilde yüzünü sağa çevirir ve selam verir. “Esselamü aleyküm ve rahmetuulah,” sonra sola döner, yine “Esselamü aleyküm ve rahmetullah” diyerek namazdan çıkmış olur.
Selam verdikten sonra şöyle dua eder. “Ellahümme entesselamü ve minkesselam. Tebarakte ya zel Celali vel ikram.”
Eğer kıldığı namaz, üç rekâtlık Akşam namazı veya üç rekâtlık Vitir namazı ise; Yine dört rekâtlık Öğle, İkindi, yatsı namazlarının farzı ise ve yine Öğle namazının dört rekâtlık sünneti ise, ilk iki rekâtı kılıp “Tehıyyat” duasını okuduktan sonra ayağa kalkar. İkinci rekâtı kıldığı gibi, yine “Besmele” çeker, Fatiha’yı okur. Eğer kıldığı namaz üç rekatlık Akşam veya dört rekatlık Öğle, İkindi veya Yatsı namazı ise, “Fatiha” dan sonra zammı sure (İlave ayet) okumaz ve namazını böylece tamamlar.
Eğer kıldığı namaz vacip olan Vitir ise, “Fatiha” dan sonra zammı sure (İlave ayet okur ve “Ellahü ekber” diyerek ellerini yukarı kaldırır ve yeniden ellerini bağlar, şu duaları okur. “Ellahümme inna nestıynüke ve nestağfiruke ve nestehdike ve nüminü bike ve netubü ilyke ve netevekkelü aleyk. Ve Nüsni aleyk el hayra kulle hu neşküruke ve la nekfuruk ve nahleu ve netrukü men yefcüruk.” “Ellahümme iyyake nabüdü veleke nüsalli ve nescüdü ve ileyke nes’a ve nahfidü nercu rahmeteke ve nehşa azabek. İnne azabeke bilküffari mülhıg.” Bilenler bu duayı okur, bilmeyenler ise, “Rabbena Atina fiddünya” duasını veya yukarıda yazdığım diğer “Rabbena” dualarını okur, rüku ve secde yaparak namazını tamamlar.
Eğer kıldığı namaz, İkindi ve Yatsı namazlarının dört rekâtlı “Müekked” olmayan nafile sünnet ise ve iki rekât namaz kılmış, “Tehıyyat” duasını da okumuş ise, “Ellahümme salli, Ellahümme barik” dualarını okur ve ayağa kalkar. Bu namazların üçüncü rekâtına “Sübhaneke” duasını okur ve böylece dört rekâtlı namazını da tamamlar.
Namaz bittikten sonra okunacak tesbihat ve dualar: Kıldığımız namazın son selamını verdikten sonra, yukarıda yazdığım, “Ellahümme entesselamü” duası okunur, devamında “Sübhanellahi vel hamdü lillahi vela ilahe illellahü vellahü ekber. Vela havle vela kuvvete illa billah il aliyyil azım. Bu dua’dan sonra “Euzü, Besmele” çekilir “Ayet el kürsi” okunur. “ Ellahü la ilahe illa hüvel hayyülkayyum. La tehuzühu sinetün vela nevm. Lehu mafisemavatı vema filerdı, men zellezi yeşfeu ındehu illa biiznih. Yalemu ma beyne eydihim vema halfehüm vela yühıydune bişeyin min ılmihi illa bima şae. Vesia kürsiyyühüs Semavatı vel’ard. Vela yeudühu hıfzuhüma ve hüvel aliyyül Azıym.
Ayet el kürsiyi okuduktan sonra otuz üç defa “Sübhanellah”, otuz üç defa “Elhamdü lillah” ve otuz üç defa da “Ellahü ekber” diyerek tesbihat-ı bitirir. Son olarak “La ilahe illellahü vahdehu la şerike leh. Lehül mülkü ve Lehül hamdü ve hüve ala külli şeyin gadir” bu duayı okur ve ellerini kaldırarak dua ederek seccadesinden ayrılır.
Namazı bitirerek selam verdikten sonraki okunan duaları ezberleyemez ise yazılı olan bir kâğıttan okuyabilir. Zaten namaz selamından sonra okunacak duaları okumadan kalksa gitse, namazında bir eksiklik olmaz, sadece daha fazla sevap elde etmemiş olur.
Bu şekilde kılınan namaz okuma ve erkân yönünden tamam olur.
Bu yazımı okuyanlar çok basit bulabilir, bunları bilmeyen mi var diyebilirler. Ama işin aslı öyle değil. Şöyle kendimizi ve çevremizi bir yoklarsak ne kadar haklı olduğum ortaya çıkar. Allah nasip ederse bu yazıyı çoğaltıp dağıtmayı düşünüyorum. İnternetten de indirilip istifade edilebilir. Bu yazı eline geçip de okuyan kardeşlerimden şunu istirham ediyorum. Evvele namaz kılıyorsanız, kendinizi test edin. Bakalım namazda okuduğunuz sureler, dualar, tekbir ve tesbihatlar benim yazdıklarımla uyuşuyor mu? Sonra ev halkından namaz kılanları incitmeden ve imtihan ediyormuş gibi zorlamadan, gel anneciğim, babacığım veya dedeciğim seninle beraber bir “Euzü, besmele” çekelim. Sübhaneke’yi, Ettehıyyatu’yu veya Fatiha ile beraber bildiğin bir zammı sureyi okuyalım” deyin. Hatta Rüku ve Secde de okuduğu tesbih dualarını, eğilip, doğrulurken devamlı okuduğu tekbirleri beraber söylemeye çalışın. Görün, bakalım okudukları, benim yazdıklarımla aynımı? Yoksa “Ellah’ü ekber” yerine “Alla fekmer veya “Allafegber” mi diyorlar. Diğer ayet ve duaların arasına ne gibi yabancı kelimeler ilave ediyorlar. Bu durumu hayretle görecek, düzeltmek için ne kadar geç kalmışım diyeceksiniz.
Yukarda yazdıklarım noksanları ile de olsa hiç değilse namazlarını kılıyorlar. Ya kılmayanlar! Veya kılmak istediği halde bu duaları bilmediği için kılamayanlar. Bu yaşa gelmişsin, namaz dualarını da mı bilmiyorsun” diye ayıplarlar endişesi ile kimseye bir şey soramayanlar. Bunlar hep bizim insanımız ve Müslüman kardeşimiz. Biz bir şekilde öğrenmelerine ve namaza başlamalarına vesile olmazsak, kim yapacak bu işi?
Not: Bu yazıyı kesip saklayın, okuyun ve okutun. Ayakaltına atmayın, çünkü ayeti kerimeler vardır. Birde, çoğaltarak birkaç eve ulaştırın. Böylece en güzel hizmeti yapmış olur ve çok sevap kazanmış olursunuz. (B.ÇÖL, 1–11–2009, Sivas)
Temmet
**********
Sahife: İçindekiler:
1- Defterin bulunuşu ve defterin yazanı hakkında bilgiler.
2- Namazda sehiv secdesi yapılması gereken yerler.
3- Peygamber efendimizden Hz. Ali-ye tavsiyeler.
4- Hadisi Şerifler. Salâvatı Şerife’nin kıymeti. Kabir azabı,
5- Sabah duası.
6- Peygamberimizden Miraç haberleri.
7- Zikir sözleri ve manaları. Tesbihatın manası.
8- Yüce Mevla’nın Hz. Musa-ya hitabı.
9- İmamı Şipli’nin nasihati. Defterin sahibi, Divriğili Ahmet Efendinin rüyası.
10- Rüyadan çıkarılacak mana.
11- Namazı bilmek.
12- Hz. Aişe’nin sözü. Namaz ve dua
13- Hacer-i Haytem-i nin Zevacir isimli kitabından.
14- Devamı.
15- Güzel ahlak, Kalp ve halleri.
16- Kısa İlmihal bilgileri. Farzlar.
17- Farzlar. İyilik yapmak.
18- İstikamet sahibi olmak için bilinmesi gereken beş şey.
19- Hz. Davud zamanında kıtlık ve ulemanın duası.
20- Şeriat ilimleri. Cabir Hz. Den nasihatler.
21- Kendi medh edilince sevinmek.
22- Peygamber Efendimizin ashabına nasihati. İnsanı dört şey azdırır.
23- Hadisi Kutsi.
24- Hesap sorulmadan arşın gölgesine girenler. Hesap sorulmadan cehenneme gidecekler. Haram lokma yiyeni altı bela takip eder.
25- Kaside’yi nasihat.
26- Cihan söyler.
27- Ölüm ve sonrası, Serencamı insan.
28- Devamı.
29- Devamı.
30- Devamı.
31- Devamı.
32- İmanı korumak hakkında.
33- Hasan-i Basr-inin nasihati. Dahhak’ın sorusuna Peygamberimizin cevabı.
34- İlim öğrenmenin fazileti.
35- Akait ve Esmaül Hüsna.
36- Müslüman her zaman şu hal ve dua halinde olmalıdır.
37- Güzel Beyitler. Defterin yazıldığı tarih ve sonuç.
38- Benim 1963 de not tuttuğum defterden alıntılar. Hadiste münafığın alameti.
39- Nasihat içeren Arapça ve Türkçe beyitler.
40- Peygamber Efendimizden dualar.
41- Kelamı kibarlar. Hz. Ali ve İmamı Azamın sözleri.
42- Güzel sözler.
43- Kelami hasen. Güzel sözler.
44- Hadis: Cennetin anahtarı.
45- Kibarı kelam ve Arapça şiir.
46- Marifetname’den alıntılar.
47- Beyitler, Şiirler ve güzel sözler.
48- Hak ile ilgili sözler.
49- Güzel sözler. Marifetname’den şiirler.
50- Azaların aldığı lezzetler. İnsan üç kısımdır.
51- Üç çeşit yaratılış.
52- Çok yemenin zararları.
53- Devamı.
54- Beyitler.
55- Pehlül Dana’nın salası.
56- O günlerde söylediğim bir ilahi.
57- Marifetname’den bir Gazel.
58- İkinci Gazel
59- Allah’ın dinine yardım etmek.
61- Allah-ı bilmek.
65- Allah’ın varlığı ve ispatı.
71- Kainat neden yaratıldı.
76- Yaratılan ilk madde ne idi?
79- 1931 de din dersleri.
81- Nasıl inanmalıyız?
83- Akait dersleri.
91- Biz dünyaya niye geldik?
94- Peygamberleri tanıyalım.
98- Peygamber Efendimize muhabbet.
103-Peygamberi övmede ifrata kaçmak.
107-Peygamberimizi övmenin orta yolu.
112-Vahiy ve melekler.
118-Kabir ve ahret.
123-Öldükten sonra dirilmek ve öteki alem.
127-Mahşer.
132-Cennet ahvali.
136-Kıyamet, mahşer, cennet, cehennem.
144-Kader.
148-Çalışmak ve tevekkül.
152-Kur’an
156-Kur’an (2)
159-Kur’an-ı Kerim-i nasıl okumalıyız?
163-Kur’an-ı Kerim-i anlama tarihi
166-Abdestsiz Kur’an-a dokunulur mu?
170-Kur’an-a saygı göstermek.
174-Para karşılığı Kur’an okumak ve okutmak.
178-Ücretle Kur’an okutmak (2)
182-Müslüman niye namaz kılmaz?
186-Müslüman niye namaz kılmaz? (2)
190- Niçin namaz kılmalıyız?
195- Namaz kılmanın faydaları.
198- Her halükarda namaz kılmalıyız.
202- Namaz kılmayanları, namaza başlatmak için neler
Yapmalıyız?
206- Kısaca namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur?