Allah-u Zülcelâl hiçbir zaman kendi kullarını, kelamını indirmeden, onlara emir ve nehiylerini bildirmeden sorumlu tutmamıştır. İlk önce Peygamberlerle beraber emir ve nehiylerini bildiriyor, sonra onları sorumlu tutuyor. Bu konuda Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Yoksa sizi boşuna yarattığımızı ve bize geri döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Müminun; 115)
Çok büyük bir uyarıdır bu. Yani insanlar kendi keyf-u sefasına göre davranıyorlar ve Allah-u Zülcelâl de buyuruyor ki; “Sizi boşa yarattığımızı ve geri döndürülüp hesap vermeyeceğinizi mi zannettiniz?”
Biz böyle bilelim; kıyamet gününde hesap için Allah’ın huzuruna gideceğiz. Bize düşen görev, onun emir ve nehiylerini yerine getirmek, daima onunla meşgul olmak. Yoksa kıyamet gününde çok zarar edeceğiz ve helak olacağız. Bunları düşünmek lazımdır. Çünkü bu dünya manzarası ahiret manzarasını unutturuyor.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir gün Haris bin Malik el-Ensari ile karşılaştı. Ona dedi ki:
“Nasılsın, iyi misin ey Haris?”
Hali hatırını sormuş. Haris bin Malik dedi ki:
“Ya Rasulullah gerçekten müminim.”
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem dedi ki:
“Bu sözünün ispatı nedir?”
Şöyle cevap verdi:
“Ya Rasulullah. Sanki Rabbimin hesap için kurulmuş arşına bakıyor gibiyim. Sanki cennet ehlinin cennette bir birini ziyaret etmelerini izliyor gibiyim. Sanki cehennemliklerin de adeta dağlar gibi, ateşin içinde, kaynar su içindeki et parçaları gibi yuvarlandıklarını görüyor gibiyim.”
İşte ahireti böyle hatırlayan bir kimse günah yapar mı?
Onun için Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem dedi ki:
“Kim Allah’ın kalbini nurlandırdığı bir kul görmek isterse Haris’e baksın. Basiret sahibi olmuşsun, bu halinde sebat et!”
İşte insan ahiret manzarasını böyle düşündüğü zaman, mutlaka ahiret için hazırlıkta bulunacak, amel yapacaktır.
Bazı evliyalar sanki meleklerini görüyorlardı ve;
“Gelin, kalemlerinizi alın, ben sübhanallah dedim, yazın,” diyorlardı. Sanki melekleri görüyorlar gibi, sevapları yazıyor gibi gözünün önüne getirdikleri için, daima amel yapıyorlardı.
İşte insan daima yaptığı her şeyin amel defterine yazılacağını düşünmelidir. O zaman daima meleklerin sevap yazacağı amel-i salih işlemeye gayret edecektir.
Dünya manzarasına daldığımız zaman ahretten gaflete düşüyoruz. Bu gafletten kurtulmak için daima sekerat-ı mevt zamanından başlayarak, kabre, sırat köprüsüne, mahşer meydanına, mizana kadar hep gözümüzün önüne getirmemiz lazımdır. Bir gün bu işler başımıza gelecek, ya bugün, ya yarın, ya öbür gün.
Önceden dini ilimler Arapça idi, ancak Arapça bilenler okuyabiliyordu. Şimdi çok kolay olmuş, kitaplar hep Türkçe’ye çevrilmiştir. Okuyalım, ama yalnız okuduktan sonra da amel edelim. İlim, öğrendikten sonra amele imdad ediyor yani “Arkamdan amel gelsin,” diyor. Eğer ilim öğrenince amel edersen ne ala, yoksa o ilim de gidiyor.
Allah Bizi Daima Görüyor
Allah-u Zülcelâl’e karşı daima murakabeli olalım. Biz nerede olursak olalım Allah-u Zülcelâl bizi görüyor, bunu düşünelim. Yalnız düşünürken insan, kendi nefsini çok zayıf olarak bilecek, Allah-u Zülcelâl’in kudret ve azamet sahibi olduğunu düşünecek. Böyle bildiği zaman, bu şekilde murakabeli olduğu zaman kolay kolay günah yapmaz. Şayet bir sefer mağlup olursa, hemen tevbeye kaçacak, hemen özür dileyecek.
Abdullah bin Ömer radıyallahu anhum diyor ki:
“Ancak sahih iman sahibi kimse bilir ki, Allah onu daima görüyor.”
İnsan böyle bildiği zaman günah yapmaz. Çünkü diyecek ki, “Bu gizli olan günah açığa çıkacak, Allah-u Zülcelâl beni görüyor, Allah’ın yanında malumdur ve kıyamet gününde beni utandıracak.” İnsan böyle düşündüğü zaman kolay kolay günah yapmaz.
Elimizden geldiği kadar sohbetlere gidelim, cemaatlere devam edelim, böyle manzarayı çoğaltalım inşallah. Allah-u Zülcelâl böyle emretmiş bize; buyuruyor ki, “Sadıklarla beraber olun.” (Tevbe; 119)
Peygamber aleyhisselatu vesselam da buyuruyor ki:
“İyi arkadaşla kötü arkadaş misk taşıyan kimse ile körük üfüren kimse gibidir. Misk taşıyan ya sana onu ikram eder yahut sen ondan (miski) satın alırsın ya da ondan güzel bir koku duyarsın. Körük üfüren kimse ise ya elbiseni yakar ya da ondan kötü bir koku duyarsın!” (Müslim, Birr, 146)
İyi kişilerle beraber olduğun zaman o iyi kimse sana iyiliği hatırlatır, sana menfaati olur; kötü kişilerle beraber olduğun zaman da o seni zarara götürür.
Ahmed bin Harb rahimehullah isminde bir zat diyor ki:
“Kalbin nurlanması için, salih kimselerle beraber olmaktan, onların amellerini görmekten daha menfaatli bir şey görmemişim. Kalbin kötü olmasına sebep olan şeyler arasında, kötü kimselerle birlikte olmaktan daha tesirli bir şey görmemişim.”
Bakın, uyuşturucuyu bir kişi yapmış, ondan sonra başka kişiler de onun yanına gitmiş, alışmış. Daha önce bu uyuşturucu yoktu. İçki içiyorlardı. İşte kötülükler de böyle yayılıyor. Biz kötü alışkanlıkları olan kişilerle arkadaşlık etmeyelim, salih ameller yapan kişilerle arkadaşlık edelim.
Biz Onu Çaldık!
Evliyalardan birinin evine hırsız girmiş. Etrafa bakmış, çalacak bir şey bulamamış. Tam giderken evliya seslenmiş:
– Sen buradan alacak bir şey bulamadın. Bari gel şu ibrikteki su ile abdest al da iki rekât namaz kıl.
Hırsız abdest alıp iki rekât kılmış. Evliya demiş,
– Sabaha kadar burada kal, karnını da doyur.
Hırsız sabaha kadar evliyanın evinde kalmış. Sabah olunca o evliya yanında hırsız ile birlikte sabah namazını cemaatle kılmak üzere mescide gitmişler. O evliyayı görenlerden biri;
– Bu yanındaki adam hırsızdır, demişler. Evliya onlara demiş ki:
– Evet bizim eve çalmaya gelmişti, biz onu çaldık! Ben onu şeytandan çaldım, Allah’a getirdim.
İşte iyi kişilerle birlikte olmak böyledir. İyi kişilerin yanına giderseniz sizi şeytanın yanından alır, Allah’a götürür. Onun için daima salih kişilerle birlikte olalım, onların mutlaka menfaati olacaktır.
Gençlerden duyuyorum, diyor ki,
– Arkadaşlarımın yanına gittim, tekrar durumum bozuldu.
Gitme! Öyle arkadaşların yanına gitme. Onun için böyle manzaraları çoğaltalım.
Mümin kardeşlerimize dua edelim. Belki onların gıybetlerini yapmış olabiliriz. Belki bazı hatalar işlemiş olabiliriz. Onlara dua edelim, kıyamet gününde biz onlara dua ettiğimiz için Allah onları affedince onlar da bizi affedecek, inşallah.
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede buyuruyor:
“Ve cennet ehli, ateş (cehennem) ehline seslendi. ‘Biz, Rabbimizin bize vaadettiğini hak olarak bulduk. Siz de, Rabbimizin size vaadettiğini hak olarak buldunuz mu?’ ‘Evet,’ dediler. O zaman onların arasından bir münadi seslendi: ‘Allah’ın lâneti zalimlerin üzerine olsun.’”
Kişi kendi nefsine zulmettiği zaman da zalimlerden oluyor. Onun için elimizden geldiği kadar günahlardan sakınalım. Eğer sakınamıyorsak da tevbe edelim, mümin kardeşlerimize dua edelim.
Çünkü gıybet etmeyelim, desek de konuşmaya dalıyoruz ve gıybet ediyoruz. Öyleyse Allah’ın rahmetine iltica edelim ve hem kendimize hem de mümin kardeşlerimize dua edelim.
Hatem –i Esam rahimehullah’a sormuşlar:
“Mümin ne zaman ibret sahibi olur?”
“Baksın, sahip olduğu bütün eşyaların akıbeti bozulmaktır ve insanın sonu da toprağa girmektir. Bunu düşünen ibret sahibi olur.”
Dünyaya baksın, yirmi otuz kat apartman da olsa, bir gün yerle bir olacak. Onun sahibi de toprak olacak. İşte bunu düşünürse insan ibret sahibi olur.
Evvelki ümmetlerin uzun ömrü vardı ama bizim ömrümüz de azdır. Bu dünya fanidir. Köye gittiğiniz zaman duyuyorsunuz, “filan kişi öldü, filan kişi öldü.” İşte dünya hayatı böyle kısadır. Ama öyle bir hayata gideceğiz ki o ebed’ul ebed, hiç bitmeyecek bir hayattır. O nerede, bu nerede… İşte insan bunu düşünürse ibret sahibi olur.
Bir insan evinden çıkan cenazeden ibret almıyorsa artık ona ne ilim, ne hiçbir şey menfaat vermez. Düşünmeli ki, “Bu çıktığı gibi bir gün ben de çıkacağım.”
İşte böyle düşünerek, dünyaya, dünyada kalacağımız zaman kadar değer verelim, ahirete, ahirette kalacağımız zaman kadar değer verelim.
Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh şöyle anlatıyor; Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Uykudan uyandığında, hasır vücudunun yan tarafında iz bırakmıştı. Biz:
–Yâ Resûlallah! Sizin için bir döşek edinsek, dedik. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem:
“Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim” buyurdular. (Tirmizî, Zühd; 44)
Ama bunları düşünmemek, tabi hepsi nefisten kaynaklanıyor. Onun için Hz. Süleyman aleyhisselam şöyle demiştir:
“Nefsini yenen bir kimse, tek başına bir vilayeti fetheden kimseden daha kuvvetlidir. ”
Niçin? Çünkü nefsi kahretmek zordur. İşte onun için nefsimizle mücadele etmemiz lazımdır.
Nefsin içinde öyle bir sır vardır ki, onu Firavun söylemiştir; “Ben sizin en yüce Rabbinizim!” demiştir, neuzubillah. İşte nefis böyledir.
Nefis için yedi tane derece vardır. Onu tevazu ile, ibadetle tedavi ettiğin zaman, onu derece derece toprağın altına gömeceksin, o zaman kalp arş-ı alaya yükselir. İşte nefis böyle bir mahlûktur.
Mümin Kalbini İncitme
Elimizden geldiği kadar birbirimize karşı mütevazı olalım, çünkü elhamdulillah kalbimizde iman vardır. İmam Ali radıyallahu anh demiş ki;
“Allah’ı en çok tanıyan şahıs, ‘la ilahe illallah’ diyen kişileri tazim eden şahıstır.”
Bir mümin “Lailahe illallah.” Diyor ya, onun kalbinde iman olduğu için ona tazim eden kişi, Allah’ı en çok tanıyandır. Onun için birbirimizin kalbini kırmayalım.
İmam Rabbani kaddesallahu sırrahu diyor ki;
“İman kalpte olduğu için, mümin kalbini incitmemelidir Mümin kalbini incitmek en büyük günahtır. Bir müminin kalp nuru yeryüzüne inmiş olsa, şark ve garbı aydınlatacaktır. İşte o yüzden böyle bir kalbi incitmemek lazımdır. ”
Daima mütevazı olalım, herkese karşı; bizden daha yaşlı bir kişi görünce, “Bu benden önce iman etmiş, amel yapmış. Onun sevabı benden çoktur,” diyelim. Bizden genç birini görünce, “Bu benden daha az yaşamış, benden daha az günah işlemiştir,” diyelim. Bu şekilde daima mümin kardeşlerimize karşı hürmetkar olalım, onları kendimizden daha iyi görelim inşallah.
Sehl bin Abdullah radıyallahu anh diyor ki;
“Bir kişi Allah-u Zülcelâl’e karşı kendisini fakir ve perişan olarak gördüğü zaman, Allah katında öyle bir dereceye ulaşır ki, Cenab-ı Hak diyor ki; Şayet kulumun benimle konuşmaya kuvveti olsaydı ona diyecektim ki, “Lebbeyke ya kulum!””
Lebbeyke Arapça bir kelimedir, yani manası, “Buyur, emrine hazırım,” demektir. Bakın, Allah-u Zülcelâl’e karşı kulluk yapmak, Allah-u Zülcelâl’e karşı tevazu ne kadar kıymetlidir. Allah-u Zülcelâl’in kudret ve azametini tanımak ve idrak etmek çok kıymetlidir. Yani bundan anlıyoruz ki, Allah-u Zülcelâl kullarında kibri sevmiyor, alçak gönüllü olmalarını seviyor.
Abdullah bin Abbas radıyallahu anhuma şöyle anlatmıştır: Bir gün Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in arkasına binmiştim. Bana buyurdu ki:
“Ey çocuk sana birkaç kelime öğreteceğim: Sen Allah’ı (dinini) koru ki, Allah’ta seni korusun, sen Allah’ı dinini koru ki, ihtiyacın olan her hususta Allah’ı karşında bulursun. İstediği zaman Allah’tan iste, yardım dilediğin zaman Allah’tan yardım dile…” (Tirmizî, Kıyâme; 59)
Yani, sen Allah’ın emirlerini muhafaza edersen, Allah-u Zülcelâl sana yardım etmeye hazır olacaktır, buyuruyor Peygamber aleyhisselatu vesselam. Bundan daha iyisi var mı?
O zaman Allah sekerat esnasında, Azrail aleyhisselam senin canını alırken sana yardımcı olacak. Kabre girdiğin zaman Münker ve Nekir sana sual sorduğu zaman yardımcı olacak. Kabirde, haşir gününde, mizanda, sırat köprüsünde her yerde sana yardımcı olacak.
Allah-u Zülcelâl’in emir ve nehiylerine uymakla onları muhafaza edersen Allah-u Zülcelâl de ne zaman ihtiyacın olursa o zaman sana yardım edecek, öyle buyuruyor Peygamber aleyhisselatu vesselam.
Nasıl ki kıymetli bir şeyimizi kaybettiğimiz zaman arıyorsak dinimizi, Rabbimizin rızasını, cennet-i alayı öyle aramamız lazım. Eğer öyle ararsak, Allah-u Zülcelâl verecektir inşallah.
Bir kişi bir evliyaya demiş ki,
– Ben ne yapayım da Allah-u Zülcelâl’in rızasını kazanayım?
Evliya ona demiş ki,
– Sana müjdeler olsun.
– Neden? Bir şey yapmadım ki?
– Sen böyle sorduğuna göre kalbinde Allah’ın rızasını kazanmaya karşı bir niyet vardır. O zaman Allah-u Zülcelâl sana nasip edecek demektir.
Onun için elimizden geldiği kadar Allah-u Zülcelâl’in rızasına meraklı olalım. Bunun için her şeye başvuralım inşallah. Allah-u Zülcelâl de bize nasip edecektir.
Dedim ya, o kişi “ Sana müjde olsun,” demiş ya, işte ben de size diyorum, “Size de müjdeler olsun. Siz buraya Allah’ın rızasını kazanmak için geldiğinize göre Allah da size verecek inşallah.”
Bir söz vardır, insanlar arasında, “Allah-u Zülcelâl vereceği şeyi istetir, kul ne isterse demek ki Allah onu verecek ki, Allah ona istetmiştir.” İşte ben de diyorum ki, öyleyse Allah’ın rızasını isteyelim. Demek ki Allah-u Zülcelâl size verecek ki, size bu isteği vermiş.
Öyleyse biz de Allah’tan onun rızasını isteyelim. En mühim odur, insana en yarayacak, hem dünyada, hem ahirette bize en lazım olan, istemeye değer olan şey odur. Allah’ın rızası her şeyin üstündedir. Onu isteyelim Allah-u Zülcelâl’den.
Bir de şunu unutmayalım, bize nasip olduğu gibi, mümin kardeşlerimiz için de isteyelim inşallah. Onları da bu yola davet edelim. Bir yerde oturduğumuz zaman, demin dediğimiz gibi gıybet etmek yerine, birbirimizi tevbeye davet edelim. Tevbe edelim Allah-u Zülcelâl’e karşı.
Ayet-i kerimelerde birçok defa tevbe edin buyuruyor. Allah-u Zülcelâl Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde tevbeden bahsediyor. “Allah tevbe edenleri sever,” buyuruyor. Böyle olduğu için, mümin kardeşlerimize tevbeyi anlatalım. Böyle olursa bize de sevap gelecek, onların tevbe etmesine vesile olduğumuz için. Onun için elimizden geldiği kadar onlara da vesile olalım.
Allah-u Zülcelâl cümlemize razı olacak şekilde amel-i salih nasip etsin. O bizi kendi nefsimize bırakmasın, nefsimizi hayırlarda kullansın, inşallah.