Peygamber Efendimizin (asm) öğretmenliği ve terbiye ediciliği de müstesnadır. Onun terbiyesi ile meydana gelen o Asr-ı saadetin emsalsiz fertlerinden günümüze kadar gelen ümmetin fertleri hep Efendimizin (asm) terbiyeciliğinin şahitlerindendir. Evet, bu icraatı yapan Allah’tır; bunu sarraf ve cevherci olan Hz. Muhammed’in (asv) eliyle yapmıştır. Bu itibarla, denebilir ki, tüm insanlığı, hakiki insanlığa ve insanî kemalâta yükselten veya yükseltme adına eşsiz bir din getiren Hz. Muhammed Mustafa’dır (asm).
O’nun (asm) terbiye sistemi sadece nefis eksenli bir terbiye sistemi değildi. O (asm) ümmetini nefis, akıl, kalp ve bütün hissiyatıyla ele almış; çocuklarını diri diri toprağa gömen o vahşi kavimden, en medeni bir toplum meydana getirmişti. Bu durumu mümtaz sahabe Cafer İbn Ebî Talib’in, Necaşî karşısında söylediği sözler tam olarak özetlemektedir:
“Ey Melik, biz kan içer, leş yer, zina eder, hırsızlık yapar, adam öldürür ve yağmacılıkla iştigal ederdik… Kuvvetli olan, zayıfı ezer ve insanlık adına utandırıcı daha neler neler yapardık…”
Cafer İbn Ebî Talib böyle derken, Hz. Muhammed’den (asv) evvel insanlığın nasıl üst üste karanlıklar içinde bulunduğuna dikkati çekiyordu.
Şimdi genel bazı başlıklar halinde Efendimizin (asm) terbiye sistemi hakkında bilgiler ve örnekler verelim. Ancak bilinmelidir ki, burada nakledeceklerimiz, ancak denizden bir damla kadar değerlendirilmelidir.
Okuma Yazmaya Verdiği Önem
Bedir Savaşı’nda yakalanan esirlerden kurtuluş fidyesi vermeye gücü yetmeyip de okuma yazma bilen esirler vardır. Efendimiz (asm) bunlara ensardan onar çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacaklarını söylemişti. Bu fikir, hem esirlere, hem de Ensar’a iki taraflı menfaati olan bir görüştü. Hemen eğitim için kolları sıvayan esirler ve ashab, kısa süre içinde okuma ve yazmayı öğrenmişti. Bu sayede Medine’de okuma yazma bilenlerin sayısı iyice artmıştı.
(Tabakât, 2/22; Müsned, 1/246.)
Bunların içerisinde vahiy katibi olan ve istikbalde Kur’an’ın mushaf haline getirilmesinde vazife alacak olan Zeyd bin Sabit Hazretleri de vardı. O dönemde bir çocuktu, ama Allah Resulü’nün (asm) harika terbiyesi onu hem vahiy katibi yapmış hem de Kur’an’ın günümüze mushaf olarak ulaşması vazifesinde görev ifa edecek bir eğitim almasını temin etmişti.
Mekteb-i Suffe
Mekteb-i Suffe; İslam Tarihi’nde müstesna bir yeri olan ve pek çok alim sahabenin yetişmesinde vazife gören bir okuldur. Bu mektebin öğrenciler evi, ailesi, malı yani dünyayla onları meşgul edecek bir şeyleri bulunmayan sayıları 400-500 arasında değişen ve vakitlerinin tamamını Allah Resulü’nden (asm) ilim ve feyiz almakla geçiren sahabelerden teşekkül etmekteydi. Bunların eğitimleri Allah Resulü için o derece önemliydi ki, onların ihtiyaçlarını görmeyi kendi ailesinin ihtiyaçlarını görmekten üstün tutardı.
(Tabakât, 8/25.)
Burada yetişen sahabeler daha sonra İslamı öğretmek için başka kabilelere öğretmen olarak gönderilirdi. İşte Ebu Hureyre gibi bütün hayatını ilme adayan bir dahi sahabe bu mektebin talebesidir.
Ashâb-ı Suffe, dînin menbaına en yakın, Rasûlullâh’ın (asm) meclisine en müdâvim insanlardı. Bu yüzden yetişmeleri daha hızlı oluyordu. Muallimleri başta Hazret-i Peygamber (asm) olmak üzere Übey bin Kâ’b, İbn-i Mes’ûd, Muâz bin Cebel ve Ubâde bin Sâmit gibi âlim sahâbîlerdi.
Ehl-i Suffe, yüksek seviyede ve âdeta hızlandırılmış bir eğitim görmekteydiler. Nitekim en çok hadîs-i şerîf rivâyet eden sahâbîler (muksirûn) umûmiyetle onlar içinden çıkmıştır. Ebu Hureyre’ye (ra) “Neden bu kadar çok hadis naklediyorsun?” diye soranlara:
“Benim, fazla hadîs rivâyet edişim garipsenmesin! Çünkü; Muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki, pazardaki ticâretleriyle, Ensar kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki ziraatlarıyla meşgul bulundukları sırada Ebû Hûreyre, Peygamberin (a.s.m.) mübârek nasihatlarını hıfzediyordu.” şeklinde cevap veriyordu.
(Tecrid Tercemesi, 7/47.)
Kadın Talebeler
Allah Resulü’nün (asm) terbiyeciliği çok farklı alanlarda değerlendirilebilecek bir konudur. O insanları manen eğitirken, maddeten de en medeni milletlere galebe çalacak bir şekilde donatmaktaydı. Sahabelerinin erkeklerini eğitirken, hanım sahabeleri de ihmal etmemekte, onlara özel eğitim vereceği bir gün tahsis etmekteydi. Ancak burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus vardır: Allah Resulü’nün (asm) kadınlara verdiği ehemmiyet, insanların kadınları insandan saymadıkları, alınır satılır bir eşya gibi gördükleri, doğan kızlarından utanıp diri diri gömdükleri bir dönemde olmaktadır.
Onun (asm) zamanında kadın öğretmenler de vardı. Nitekim Şifâ (Ümmü Süleyman b. Hayseme), Hz. Peygamber’in (asm) hanımlarından Hz. Hafsa’ya (r.anha) yazı öğretmiştir. Hz. Peygamber’in (asm) hanımları, ashabın kızlarının eğitim ve öğretimi ile ilgilenirlerdi. Onlar, evlerine gelen genç kızlara bildiklerini anlatırlardı. Bu kızlar da öğrendikleri bilgileri başkalarına aktarırlardı. Hz. Aişe ve Ümmü Seleme (r.anhüma) başta olmak üzere Hz. Peygamber’in (asm) hanımlarının ve daha başka kadınların eğitim ve öğretime büyük katkıları olmuştur. Öyle ki, Allah Resulü’nün (asm) eşlerinden teşekkül eden eğitim sistemine “Ezvac-ı Tahire Okulu” denilmiştir, yani “Hazreti Peygamberin Pak Eşlerinin Okulu.”
Hz. Âişe (r.anha), öğrenme konusunda utanmayan ensar kadınlarını övmüştür.
(Buhârî, I/41.)
Bu noktadan hareketle, kadınların öğrenmeye büyük ilgi gösterdiği sonucunu çıkarmak mümkündür. Sahâbîler de kendi kız çocuklarının eğitimiyle ilgilenmişlerdir. Söz gelimi Sa’d b. Ebû Vakkas, kızına yazı öğretmiştir. Hz. Peygamber’in (asm) eğitim konusunda hür-köle ayırımı gözetmediği de bilinmektedir. Hadis kaynaklarında onun şu sözü çok geçmektedir:
“Kim bir câriyeyi güzel bir şekilde eğitir, terbiye eder, sonra da azat eder ve evlendirirse onun için iki mükâfat vardır.”
(Buhârî, I/33; İbn Hanbel, IV/395, 402, 414.)
Şimdi de O’nun (asm) terbiye sisteminden geçen birkaç örnek nakletmek istiyoruz:
Çobanlıktan Âlimliğe…
Abdullah b. Mesud (ra) Ukbe b. Ebî Muayt’ın koyunlarını güden bir insandı. (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/379; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 3/150.)
Allah Resûlü’nün (asm), terbiyesinden geçti ve bu koyun güden insandan öyle bir alim çıktı ki; denebilir ki Kûfe Mektebi, bu şanlı sahabinin eseridir. Düşünün ki, Alkameler, Nehaîler, Hammadlar, Sevrîler, Ebû Hanifeler hep bu mektebin talebeleridirler. Her biri kendi sahasında zirve olan bu büyükler, büyük ölçüde ilimlerini İbn Mesud kaynağından almışlardır. İbn Mesud ise, aslında bir deve çobanıydı. Ve işte Allah Resûlü (asm) bir deve çobanından böyle dâhiler yetiştiriyordu.
İslam’dan Önce Ömer, İslam’dan Sonra Ömer!..
İslâm’dan evvel Ömer, okkalı, gözü kara, sözünü esirgemez, azametli olmaya açık ve büyüklük yolunda bir insandı. Çocukluk döneminde, şununla bununla yarışması, takışması, hatta, develerin boynunu büküp altına alması, onda ne türlü kabiliyetlerin bulunduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
İslâm’dan sonraki Ömer (ra) ise karıncaya basmayan, çekirgeyi öldürmeyen ince ruhlu ve hassas bir insandır. Şefkat ve hassasiyeti o kadar geniş ve şümullüdür ki:
“Fırat’tan geçerken bir koyun suya düşse ve boğulsa, Allah onun hesabını Ömer’den sorar.” derdi.
(Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 1/53.)
İşte böyle bir terbiyeydi Hazreti Muhammed’in (asv) terbiyesi… Bediüzzaman, Hazreti Ömer’deki bu inkılabı şöyle veciz ifadelerle dile getirir:
“Bir nazar-ı peygamber, birden bire kalb eder,
Bir bedevî câhil, bir ârif-i münevver.
Eğer mizan istersen: İslâmdan evvel Ömer, İslâmdan sonra Ömer.
Birbiriyle kıyası: bir çekirdek, bir şecer.
Def’aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber.
Cezîretü’l Arabda, fahm olmuş fıtratları kalb etti elmaslara, birden bire serâser,
Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.”
(Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Lemeat)
Mescitte Bedevi Şahsa Karşı Tutumu
Buhârî, Müslim, şu vak’ayı naklediyorlar:
“Bir gün Allah Resûlü mescitte oturuyorlardı. Bir bedevi içeriye girdi; ihtimal Efendimiz’e bir şeyler sorup öğrenecekti. Fakat bu adam gitti ve mescidin bir tarafına idrar etmeye durdu. Oradakiler, ‘Dur, yapma!’ diye müdahale etmek istediler. Allah Resûlü “Adamı bırakın ve idrarını kestirmeyin!” buyurdu. O bir bedevi idi. Kalkıp onu dövebilirlerdi. Ne var ki, bedeviye karşı böyle bir muamele de bedevice olurdu. Allah Resûlü’nün ashabı bedevi değildi. Sonra buyurdular ki: “Gidin bir kova su getirip idrarın üzerine dökünüz; su o pisliği alır götürür orası da temizlenir.”
(Buhârî, vudû 57; Müslim, tahâret 98-100.)
Evet, başlangıçta büyük çoğunluğu itibarıyla caminin içine bevledecek kadar bedevi ve vahşi bu insanlardan, o ideal cemaati çıkarmıştı. İşte Allah Resulü’nün (asm) tutumu, o bedeviyi İslama kazandırmıştı. Kim bilir belki de o bedevi, Tarık b. Ziyad, Şurahbil b. Hasene veya Ukbe’nin babasıydı…
İstiğna Dersi Alan Sahabi
İmam Buhârî, Sahih’inde anlatıyor:
“Hakîm b. Hizam, Allah Resûlü’ne (asm) geldi ve bir şey istedi. Allah Resûlü (asm) ona, istediğini verdi. Ancak Hakîm’in istemesi bitmedi. Aynı anda birkaç kere daha isteğini tekrar etti ve Allah Resûlü (asm) de, o ne istediyse verdi. Sonra da şöyle buyurdu:
‘Bu dünya tatlıdır, şirindir, güzeldir, yemyeşildir. Çoğunuz bu cezbeye kapılıp gidebilirsiniz. Fakat istemeden size verilirse mübarek olur. İstediğinizden dolayı verilirse size yük olur ve minnet altında kalırsınız. Sakın istemeyiniz!’
Daha sonra bu zat dilenecek durumlara düştü ama, ne Hz. Ebû Bekir (ra), ne de Hz. Ömer (ra), değil sadaka ve zekât, ganimetten gelen “humus”tan dahi ona bir şey kabul ettiremediler. “Hayır!” diyor ve almamada diretiyordu.”
(Buhârî, vesâyâ 9.)
Eğer Efendimiz (asm) bu zata istiğna konusundaki dersi, ona istediklerini vermeden evvel söylemiş olsaydı, belki farklı olumsuz hissiyatları devreye girecek ve bu dersten nasibini alamayacaktı. Ancak Efendimiz (asm) bütün olumsuzlukları bertaraf ettikten sonra, tam hakikat bir ders veriyor ve bu ders muhatabın bütün ruhuna ve kalbine nakşoluyordu.